Ana Sayfa İç Gündem Ülke Gündemi Dünya Gündemi Kütüphane Etkinlik Kültür -Sanat- Bilim Haber - Analiz Caferider
İmam Hüseyn'in Aşura'sı
Kerbela anlamak
Paylaşım :
Mail Yazdır Yorum Yaz 0 Yorum
05-11-2013 09:03 - 1926 Okunma

“ÂŞÛR”Erdemli, ilkeli, dürüst, şefkatli, mert ve yiğit bir kahramanın, zamanının zalim diktatörü tarafından altı aylık süt emen çocuğuna varıncaya kadar bütün yakınlarıyla birlikte acımasızca, susuz olarak şehit edildikleri günün adıdır.

Bu facianın vuku bulduğu Hicretin 61. yılının Muharrem ayının onuncu gününün adıdır “ÂŞÛR”.

Bu kahramanın zalime dalkavukluk yaparak onursuzca yaşamaktansa, hayatı pahasına ona boyun eğmeyerek onurluca ölmeği seçtiği günün adıdır “ÂŞÛR”.

Mazlumun zalime, öldürülenin öldürene ve kanın kılınca galebe çaldığı günün adıdır “ÂŞÛR”.

Ve zalim karşısında mazlumların ölümcül suskunluk ve durgunluğunu, zalimi kahredici bir çığlığa, yok edici bir volkana çeviren bir özgürlük destanının adıdır “ÂŞÛR”.

KERBELA,bu destanın yazıldığı çölün adıdır.

HUSEYN, bu destanı asîl kanıyla yazan erdemli, ilkeli, yürekli ve fedakâr kahramanın adıdır.

O, rahmet peygamberinin biricik kızı, iffet ve ismet timsali Fatma’dan doğmuş sevgili torunudur.

 O,İslam peygamberinin vasîsi, evliyânın şâhı Alî’nin oğludur.

O,Kur’an’da her türlü kötülük ve pislikten tertemiz kılındıklarını Allah’ın beyan ettiği Ehl-i Beyt’in bir üyesidir

.(Ahzab Suresi. Ayet 33)

O,hepimize Peygamberin tebliğ ücreti olarak sevgisi farz kılınan peygamber yakını, en yakını, yavrusudur.

(Şura Suresi Ayet 23)

O,kardeşi Hasanla birlikte, cennet gençlerinin efendisidir.

(Hadis-i Şerif. Sahih-i Tirmizi, Sahih-i İbn-i Mace Fazail-i ashab babı vs.)

O,Hasan’la birlikte Cennetin ziyneti süsüdür.

(Hadis Üsd’ül-Gabe  C.1 S.151, El-İsabe, Kenz’ül-Ummal C.6 S.221, Tarih-i Bağdad vs.)

O, Hasan’la birlikte arşın küpesidir.

(Hadis. Feyz’ül-Kadir, C.3 S.415, Mecma’üz-ZevaidC.9 S.184, Kenz’ül_Ummal C.6 S.220 VS.)

Hz. Peygamber O’nun için “Huseyn benden ben Huseyn’denim, kim Huseyn’i severse Allah’ta onu sever” buyurmuştur.

(Sahih-i Tirmizi C.2 S.307. Sahih-i İbn-i Mace,Fazail-ı ashab babında,Müsned-i Ahmed C.4 S.172 VS:)

O ve kardeşi Hasan için peygamber (sav)  “Bunlar benim oğullarım, kızım Fatıma’nın oğullarıdır. Allah’ım! Ben onları seviyorum sen de onları sev. Onları sevenlerini de sev.”diye dua etmiştir.

(Sahih-i Tirmizi C.2 S.240) Kenz’ül-Ummal Ci6 S.220 VS.)

O ve kardeşi Hasan için Hz. Peygamber (sav) “Bu oğullarım dünyadan benim en güzel kokan çiçeklerimdir.” Buyurmuştur.

(Sahih-i Buhari Kitab-ı Bed’il-Halk Bab-ı Menakıb’il-Hasan-i Ve’l-Huseyn (a.s), Sahih-i Tirmizi C.2 S.306, Müsned-i Ahmed C.2 S.85 V.S)

Evet, O, tertemiz bir çiçek, O, cennet ziyneti, arşın küpesi, peygamberin yavrusudur.

O, Kur’an’ın indiği, sünnetin yaşandığı evin oğuludur.

O, Kur’an-ı Kerimi, muazzez İslam peygamberinin sünnet-i seniyesini, meşruiyeti bütün Müslümanlarca kabul edilen son iki halifeyi, babası Ali’yi, kardeşi Hasan’ı ve son tevhidî din olan İslam’ı temsil ediyor.

O, iyiliği, doğruluğu, dürüstlüğü, temizliği, adaleti, hürriyeti, cömertliği ve mertliği temsil ediyor.

YEZîD

Huseyn’in tam anlamda tam karşıtı Yezîd’tir.

O, kötülüğü, yalanı, düzenbazlığı, kirlenmişliği, kokuşmuşluğu, zulmü, despotizmi, nekesliği ve namertliği temsil ediyor.

O, kanun-kural bilmez, hak-hukuk tanımaz, ayyaş ve sarhoş birisiydi.

O, dönemin tarihini irdeleyip Huseyn (a.s) ve Yezîd’i tanıyanlar Huseyn’in, onun için zikrettiklerimizden daha yüce olduğunda ve Yezîd için söylediklerimiz de (hissiyatımızın ifadesi olmayıp) Yezîd’in bu anlatılanlardan çok daha rezil birisi olduğunda hemfikirdirler.

Bu Yezîd, sadece peygamber ailesine zulmetmekle kalmamış, peygamberin mescid ve mezarını, ashabının kanıyla kızıla boyamış, ırzları da dâhil, Peygamber şehrinin her şeyini askerlere mubah kılmıştı.

Bununla da kalmayıp Allah’ın beyti Kâbe’yi mancınıkla taş yağmuruna tutup ateşe vermişti.

Babası Muaviye, meşru halife Hz. Ali’ye karşı savaşmış ona sövmeyi ibadetin bir parçası haline getirmiş, peygamber çiçeği İmam Hasan’ı zehirleterek öldürmüştü.

Muaviye’nin babası Ebu Süfyan, Hz. Peygambere karşı yirmi bir sene savaşmış, anası Hinde ise Hz. Peygamber’in sevgili amcası Hamza’yı öldürmesi için enteresan vaadlerle Vahşi adındaki köleyi görevlendirmiş, Hz. Hamza’nın şahadetinden sonra da göğsünü yararak ciğerlerini çıkarıp yemeğe kalkışmıştı. Bu yüzden de “akilet’ül-ekbad” (ciğer yiyen kadın) olarak anılırdı.

Tüm bu ve benzeri rezilliklerinden dolayı bu aile, Allah ve resulünün lanetini almıştır.

Yezîd Nasıl Hükümdar Oldu?

Kötülük timsali böyle bir zalim- hem de peygamber ashabının yaşadığı bir çağda- nasıl oldu da Müslümanların başına hükümdar olarak musallat oldu? Bu sorunun cevabını şöyle özetleyebiliriz:

Yezîd’in babası Muaviye, ikinci halife Hz. Ömer tarafından Şam valiliğine atandı. Gün geçtikçe güçlenen Muaviye, kendi kabilesinden üçüncü halife Osman döneminde, gücüne güç katarak başına buyruk bir devlet haline gelmişti.

Bu tür valilerin zalimce icraatları ve yolsuzlukları yüzünden üçüncü halife öldürüldü. Hz. Ali zorla hilafete getirildi.

Hz. Ali, hükümet programının bir paragrafında haksız kazanç, yolsuzluk ve kamuya ait menkul ve gayrimenkul malları kanunsuz yollardan ele geçirenlerden, bu malları hazineye (Bey’tül-Mal’a) geri döndürmekte titiz ve kararlıydı.

Bu kararlılığını şu cümlelerle ifade ediyordu: “Allah’a yemin ederim ki bu mallarla evlenme veya hizmetçi almada harcananları bile tesbit ettiğim an (Bey’tül –Mal e) hazineye geri döndüreceğim. (Bu adil paylaşımdan kimse sıkılmasın) Şüphesiz adalette herkes için genişlik, rahatlık vardır. Adaletten sıkıntı duyan kimse, kendisine yapılacak cevrin (haksızlığın) daha sıkıcı olduğunu unutmamalıdır. (adalet bir gün ona da lazım olur.) (Nehc’ül-Belaga 15.hutbe)

Hz. Ali adaletin ancak adil kadrolarla ikame edileceğine inanıyordu. Bunun için, kirlenmiş kadroları tasfiye edip yerine pırıl-pırıl kadrolarla ülkeyi yönetmeyi önemsiyordu.

Zamanın siyasetçileri kendisine bir müddet bu kadrolarla devam etmesini, özellikle Muaviye’ye dokunmamasını, tasfiye işlemini zamana yaymasını İmam Ali’ye tavsiye ediyorlardı.

Oysa İmam Ali, siyasi oyunlarla iktidarını uzatmaktansa, iktidarı tehlikeye atma pahasına ilkeli, hayatı pahasına adil kalmayı tercih ediyordu ve bunlardan asla ödün vermemeğe kararlıydı.

            Hükümet programı öyle, yönetim anlayışı böyle olunca da kendisine bîat edenlerin birçoğu dahi, bu sisteme ayak uyduramadılar. Devlet imkânlarından servet toplamaya alışmış güç odaklarıydı bunlar.

Bütün ısrar ve baskılarına rağmen Ali’yi kendilerine benzetemeyince de biatlerini bozup İmam Ali’ye karşı savaş başlattılar. Savaşlar birbirini izledi. En sonunda Ramazan ayının 19. gününün sabah namazında kendisini öldürmeğe gelen Abdurrahman b. Mülcem adındaki teröristi fark etmesine rağmen, daha suç işlememiş birinin özgürlüğünü, namazı bitirinceye kadar olsun sınırlamayı hukuk anlayışına sığdıramadı ve ne yazık ki Ali hukuk ve adalet anlayışının kurbanı oldu. Başına aldığı kılıç yarası neticesinde ancak üç gün yaşayabildi.

 Kendisine ne yedirseler katiline de onu yedirmelerini, ona işkence etmemelerini, bu cinayetten dolayı taşkınlık yapmamalarını ve adaletten şaşmamalarını vasiyet etti ve öyle de oldu.

            Hz. Ali’den sonra halk Hz. Hasan’a biat etti. Bu arada çıkarcı güç odakları Muaviye etrafında kenetlenmiş, merkezi hükümete karşı savaşa devam ediyorlardı.

İmam Hasan, hem kendi askerlerinde isteksizlik gördü; öte yandan iç kargaşayı fırsat bilen dış güçlerin hücuma geçerek İslam devletini kökten yok etme planlarının olduğunu haber almıştı; hem de Muaviye tarafının gözünü iktidar hırsı bürümüş İslam’ın yok olma pahasına savaşı sürdüreceklerini gördü.

İktidar uğruna İslam’ın kökten yok olmasına gönlü razı olmadı. İmamet sorumluluğu da buna izin vermezdi. Bunun için bir kısmını aşağıda zikredeceğimiz şartlarla iktidarı Muaviye’ye bırakarak iç savaşa son verdi.

Sulh özetle şu şartlara bağlanmıştı:

            Muaviye, bütün İslam dünyasına hükümet ederken Allah’ın Kitabı ve peygamberin sünnetine amel edecek, geçmişin düşmanlığı geleceğe taşınmayacak, peygamber hanedanına karşı gizlide ve açıkta hileye başvurmayacak, Ali’ye sövmek ve sövdürmekten vazgeçecek, kimseye kötülük etmeyecek ve yerine veliaht tayin etmeyecekti.

Muaviye bu şartlara uyacağını Allah’a ahdediyordu. Muaviye, kendisinin de imzaladığı bu şartların bir tekine bile sadık kalmadı. Muaviye icraatında ne kitaba ve sünnete uydu, ne düşmanlığa son verdi, ne Ali’ye sövüp sövdürmekten, ne de Ehl-i Beyt’e karşı hile ve entrikadan vazgeçti. Bilakis ırkçı, despot, bir zulüm ve entrika düzeni kurup, İmam Hasan’ı zehirleterek öldürttü.

 Kendisinden daha rezil, ayyaş ve sarhoş olan oğlu Yezîd’i veliaht tayin etti. Daha kendisi hayatta iken, Yezîd için kiminden çıkar karşılığı, kiminden tehditle bîat aldı. Böylece kendi sağlığında oğlu Yezîd’in hükümdarlığını garanti altına aldı. Neticede, Yezîd babasından sonra hükümdar oldu.

Kendisine de biatli olmayan İmam Hüseyin’e, Yezîd’e biat etmesi için baskı yaptıysa da sonuç alamadı. Muaviye sisteminde, Arap olmayan Müslüman kavimler dahi memluk ve mevali (köleler) olarak adlandırılıyordu. Oysa sulh şartlarına uysaydı!..

Aşura Faciası Neden?!

Muaviye’nin ölümüyle, oğlu Yezîd onun yerine saltanat tahtına oturduysa da tahtın sallantıda olduğunu hissediyordu. Zira kendisine Muaviye tarafından alınan bîatlerin yapay, samimiyetten uzak, korku ya da menfaate dayalı olduğunu, içtenlikli toplumsal mutabakattan yoksun, daha da önemlisi ümmet nezdinde meşruiyetten yoksun bir saltanat olduğunu görüyordu.

    Bu sorunu çözmek için, ümmetin kayda değer ölçüdeki kesiminin teveccühünü kazanmış birinci ve ikinci halifenin ailelerinin mutabakatını alması önemliydi. 

Bunun için de Abdurrahman b. Ebi Bekr ve Abdullah b. Ömer’in biatini alması gerekirdi. Bundan çok daha önemlisi, Hz. Peygamberin kabilesi olan Haşimilerin mutabakatını kazanmaktı. Bunun için de İmam Huseyn’in biati gerekiyordu.

Hüseyin biat ederse, Yezîd saltanatının meşruiyetini artık kimse tartışamaz, kimse Yezîd’e karşı çıkma cesareti gösteremezdi. Çünkü Yezîd’in bütün mezalimi İslam’a fatura edilecek, İslam’a karşı çıkan da kâfir sayılacaktı.

    Evet, İmam Huseyn’in Yezîd’e biati, onun bütün icraatını Hz. Peygamber adına, Kur’an adına ve İslam adına onaylama anlamına geliyordu.

     Değilmi ki Huseyn, peygamberin sevgili torunu, meşruiyeti ümmetçe tartışmasız kabul edilen dördüncü halife Ali’nin oğlu ve beşinci halife, Hz. Peygamber’in büyük torunu İmam Hasan’ın kardeşi ve vâsisidir?

Değil mi ki İmam Huseyn, Kur’an’ın indiği ve sünnetin yaşandığı evin oğludur; Değil mi ki O’nu sevmek Hz. Peygamber’in tebliğ ücreti olarak bütün Müslümanlara farzdır?  

Değil mi ki O’nun tertemiz, pırıl, pırıl olduğuna Allah garanti vermiştir?

   Değil mi ki O, Peygamber’in emanetidir?

O, biat ederse artık Yezîd’e karşı kim ses çıkarabilir?  Kim Yezîd saltanatının meşruiyetini tartışabilirdi?

Onun için Yezîd, Huseyn’in bîatini, saltanatının tesbiti için vazgeçilmez görüyordu. Bu yüzden hemen Medine valisi Velid’e bir mektup göndererek, ısrarla Huseyn’den kendisi için bîat almasını, bîat etmemesi durumunda kellesini almasını yazdı.

   Velid, İmam Huseyn’i valiliğe çağırıp, Yezîd’in mektubunu aynen O’na okuyarak, Yezîd’e bîat etmekle ölüm arasında bir tercih yapma durumunda olduğunu bildirdi.

İmam Huseyn, kendisinin nübüvvet hanedanından, risalet kökünden ve meleklerin inip kalktığı evden olduğunu, yani Kur’an, Peygamber ve İslam’ı temsil ettiğini, buna karşın Yezîd’in hak-hukuktan ayrılmış, içkici, haksızca cinayetle insanları öldüren, açıkça İslam yasaklarını çiğneyen ve alenen Allah’a isyan eden bir fasık olduğunu hatırlatarak kendisinin konumundaki bir insanın Yezîd gibi kanun-kural ve hak-hukuk tanımaz birine bîat etmesi, yani onay ve destek vermesi, onurlu ve ilkeli bir davranış olmayacaktı.

Değil mi ki Yezîd, zulüm düzenini sağlamlaştırmak ve meşruiyet sorununu çözmek için Peygamber evladı Huseyn’i bîate, yani zulüm düzenine onay ve destek vermeğe zorluyordu?

    Huseyn, bu baskıya boyun eğerse artık kim bu zulüm ve istibdad düzenine karşı koyabilirdi ki? Öyle bir vebalin altına Huseyn girebilir miydi?

Huseyn, Yezîd’e uzatacağı bîat elini aslında adaletin, hukukun ve özgürlüğün şahdamarına uzatmış olmayacak mıydı?

Huseyn, böyle bir vebal ve zillet altında, Allah huzuruna, dedesi Peygamber’in, babası Ali’nin ve anası Fatıma’nın huzuruna yüz akıyla çıkabilir miydi? Zulüm altında inim inim inleyen mazlum muminlerin yüzüne bakabilir miydi?

Bin kere “Hayır!”

Huseyn, Yez’id’e bîat ederek, onun zulüm düzenine onay verip destek olamazdı.

Huseyn, ya İslam’ı, adalet ve hürriyeti kendi hayatına feda edecek, ya da hayatını bu yüce değerlere feda edecekti.

Üçüncü bir seçenek verilmiyordu. Evinde hapis veya dedesinin ülkesinden sürgün edilme seçeneği bile O’na verilmiyordu.

Huseyn Yezîd’in despot ve zalim sistemine onay ve destek vererek onursuzca ve zilletle yaşamaktansa, onaylamamakta (kendisinin ve en sevdiklerinin ) hayatı pahasına direnip şehadeti, yani izzetli ve onurlu ölümü seçti. Doğru seçim yaptı. O’na yakışan da buydu.

Evet mazlum Huseyn kendisine yakışanı yaptı da, ya zalim Yezîd’e ne demeli?

  Peygamber’in bûsegâhı  (öptüğü yer)olan bir boğaza hançer vurmaya nasıl kıyabildi!?

Ama Yezîd ki yirmi bir yıl Peygambere karşı savaşan Ebu Sufyan’ın torunu,

 Yezîd ki Peygamber’in amcası Hamza Seyyid’üş-Şüheda’nın ciğerini yiyen Hinde’nin torunudur. İmam Ali’ye sövmeği ibadet haline getiren, İmam Hasan’ı zehirleterek öldüren Muaviye’nin oğlu Yezîd’ten de ancak bu beklenirdi.

Allah ve Resûlü’nün lanetlediği ailenin oğlu Yezîd’in işlediği bu cinayetin üzerinden daha iki sene geçmeden Peygamber şehri Medine’ye bir ordu göndererek, ashabın kanı ve ırzı da dâhil her şeyini askerlerine mubah kıldı. Ravza-i Mutahhara’yı atlarına ahır yaptı. Peygamber’in mescid ve mezarını, oraya sığınan ashabın kanına boyadı.

Bilânço: Bu şehirde kafesteki kuşlara varıncaya kadar, müdhiş bir yağma, namusu kirletilmiş binlerce sahabî kızı-gelini, bunun sonucunda doğmuş gayr-i meşru çocuklar, on binlerle ifade edilen ölü sayısı.

Bu katliamdan ancak Yezîd’e (vatandaşlık ta değil, tebaalık da) kul ve köle olmak üzere bîat edenler, kısmen canını kurtarabildi. Bu facia, tarihe meşum “Harre Vaka’sı”  olarak geçti.

Bu facianın hemen peşinden de Mekke-i Muazzama’ya yönelerek Mescid-i Haram’ı mancınıkla taş yağmuruna tutup Müslümanların kıblesi Kabe’yi ateşe verdi. Oradaki mukaddes emanetleri yakıp kül etti.

İşte tam burada “İmam Huseyn’in Yezîd’e bîati ne anlama gelecekti ve hangi rezillikleri onaylayıp desteklemiş olacaktı?” sorusunun cevabı daha iyi anlaşılıyor.

Hiçbir mukaddese saygısı olmayan zalim Yezîd’in, Bedir’de ölen müşrik dedelerinin intikamını Hz. Peygamber’den almak için bütün bunları yaptığını açıkça kendisinin söylemesine rağmen, hala Yezîd’in bütün bu cinayet ve rezilliklerine mazeret uydurup, Yezîd’i korumaya çalışanların günümüzde dahi var olduğunu hayret ve ibretle müşahede etmekteyiz.

Asıl hayret veren bu korumayı din adına, İslam adına yapmış olmalarıdır. Yezîd’i mazur görüp koruma ihtiyacı hissedenler, o dönemde yaşasalardı onun askeri olup bütün bu mezalime ortak olacaklardı. Zaten ortak sayılırlar. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) “Kim bir kavmin yaptıklarına rıza gösterirse o da onlardandır” buyurmuştur. Akl-ı selim de bunu hükmeder.

Onun içindir ki necîb milletimiz (Alevî’siyle Sünni’siyle), nânecîb Yezîd avukatlarının tüm gayretlerine rağmen, Ehl-i Beyt ve Huseyn’e karşı aşk ve meveddet, Yezîd ve yaptıklarına karşı ise kin ve nefretten başka bir his taşımamaktadır.

Şimdi asıl konumuza dönelim. Böyle bir zalime, böyle bir zulüm sistemine bîat etmeyen peygamber çiçeği İmam Huseyn’e ölümden başka seçenek bırakılmayınca, çaresiz ölümü seçti.

Huseyn Ölümün Üstüne Yürüyor

Huseyn ölümü seçerken de kolayını seçmedi. O’nun ölümü, kurbanlık bir koyunun teslimiyeti içinde olmayacaktı. İntikam duygusuyla yanıp tutuşan bir kan düşmanının, kanun tanımazlığı biçiminde de olmayacaktı. Canından bezmiş, dünyadan bıkmış ve yaşama cesaretini yitirmiş bir zavallı intiharcının ucuz ölümü de olmayacaktı.

O, ölümünü katiline çok pahalıya mal edecekti. Onun katili, ilelebet döktüğü kanın hesabını çok acı biçimde ödemekle geçirecek, ancak asla bedelini ödeyip kurtulamayacağı pahalılıkta olacaktı.

Huseyn ölümünü, zulüm düzenine karşı hiç dinmeyen bir kahır tufanına dönüştürecekti.

O’nun kanı, asla kurumayacak bir çağlayana dönüşüp zalimi boğacak, onun kurutmak istediği ideallere, adalet, hürriyet ve eşitliğe, yani “Öz Muhammedî İslam’a ab-ı hayat olacaktı.

O, ölümün üstüne yürüyecekti. Bu yürüyüşte, mazlumlara, zalim karşısında nasıl yaşayıp, nasıl öleceğini öğreten “onurlu yaşam, izzetli ölüm mektebi” ni inşa edecek, aslında ölümsüzlüğü öğretecekti.

O, sıradan birisi olmadığı için, onun hayatı da ölümü de sıradan olmayacaktı.

O, sıradan yaşam ve sıradan ölümü, sıradan insanlara bırakmıştı.

Onun hayatında da memat’ında da asla pis kokular olmayacaktı.

O, peygamber reyhanesi, şühedanın dür danesi, Arş-ı Rahman’ın küpesi, Şems-ü Kamer Nur didesi ve en temiz aşkın meyvesi Huseyn’di.

O, Mekke ve Mina’nın, Merve ve Sefa’nın, İslam ve Kur’an’ın  Resul-i Hüda, Muhammed Mustafa’nın, Emetullah Fatıma, Esedullah Murtaza’nın oğludur.

O, sıradan biri değildi. Sıradan doğmadı, sıradan yaşamadı, sıradan ölmeyecekti.

O, ölümün üstüne yürüyerek, katilinin hançeriyle aslında kendisini değil ölümünü boğazlatacak, kendisini ölümsüzleştirecekti.

Değil mi ki halka, adalet, hürriyet ve eşitlik nimetini kazandırmak uğruna , hak yolunda can feda edenler, Allah katına yücelip, ölümsüzleşirler?!.

Sevgili dostlar! İster ilahî ve beşerî hukuk perspektifinden, isterse vicdanî ve ahlakî kıstaslar perspektifinden bakılsın, rezil Yezîd’in kesinlikle haksız ve şehîd Huseyn’in baştan sona haklı olduğunu anlamak için bu safhayı çok iyi anlamak gereklidir.

 Huseyn’in ikamet ettiği Peygamber’in Medine’sinde, halkın daha Muaviye’nin ölümünden ve rezil Yezîd’in onun yerine saltanat tahtına oturduğundan haberi bile yokken ve orada bir savaş hali veya isyan çıkmamışken, Yezîd’in Medine valisine gönderdiği mektubunda, peygamber yavrusu Huseyn’in ölüm fermanını verip, kellesini istemesini Yezîd avukatları hangi kıstasa göre haklı çıkarabilirler?

İster zalim ister adil olsun, bir rejime biat etmemek, yani açık kullanmak şartıyla “EVET” oyu kullanmamaktan dolayı, peygamber evladının kellesini istemenin meşruiyetini hangi kıstasla savunabilirler?!

Evet, Yezîd, Huseyn’in bîat etmediği takdirde, ölüm fermanını verip kellesini istemişti. Huseyn’in neden bîat edemeyeceğini az önce belirttik. Ayrıca yirmi senelik Muaviye dönemini de bîatsiz geçirmişti.

Yezîd’e bîat etmediği için, Peygamber evladını öylesine acımasızca kılıçtan geçirmeyi, İlahî kanun mu, evrensel beşeri hukuk mu, yoksa Yezîd avukatlarının vicdanları mı meşru kılar?

Evet, ölüm fermanını Yezîd vermişti. Ama Huseyn, şahadet yeri olarak Medine’yi uygun görmedi. Medine’de (bu facianın iki sene sonrası olduğu gibi) katliam yaşanmasına, Ravza-i mutahharanın kutsiyetine kan lekesi düşmesine gönlü razı gelmedi. İsyan çıkarmak isteseydi bunu, dedesi peygamberin Medine’sinde yapardı.

Huseyn Mekke’de

Düşünmek için mühlet alıp valilikten ayrıldıktan sonra ailesiyle birlikte Mekke’ye gitti. Niçin mi? Zira Mekke Allah’ın fermanıyla aman evidir, oraya giren âmândadır.

Al-i İmran suresi 3/97

Orada cinayet işlenmez, kimse öldürülemez.

ikincisi de (her ikisi de cahiliye döneminde bile riayet edilirdi) Hac mevsimi nedeniyle İmam Huseyn’in Mekke’ye varışından yaklaşık üç ay sonra, ailesinden önemli insanlar hac ibadeti için Mekke’ye geldiklerinden, onlarla durum değerlendirmesi yapma fırsatı buldu.

Bu vesileyle Yezîd’e neden biat etmediğini ve Yezîd’in meş’um iktidarının ilk icraatının, peygamber evladının katline ferman olduğunu bütün İslam âlemi öğrenmiş oldu.

Böylece Yezîd’e, Huseyn’in katlini bir “oldu-bitti”ye getirip, İslam dünyasını da kendisinin yayacağı yalan yanlış haberlerle yanıltma fırsatını vermemiş oldu. Ayrıca İslam ulemasına zalim ve zulüm karşısında kendilerine düşen vazifeleri hatırlattı.

Huseyn Kerbela Yolunda

İmam Huseyn, yaklaşık dört ay kalarak yukarıda bahsettiğimiz yararlı çalışmalarından sonra hacc ibadetine başlamıştı ki Muaviye’nin baş danışmanı Amr As’ın yeğeni Amr b. Said komutasında, Yezîd’in terör timi hac bahanesiyle Mekke’ye gelince, İmam Huseyn haremin harîmini bozmamak ve Kâbe’nin kudsiyetine kan lekesi düşürmemek için haccını bitirmeden Mekke’yi terk etmek zorunda kaldı.

Yezîd, bunu yapacak kadar rezildi. Nitekim iki sene sonra Kâbe’yi mancınıkla taş yağmuruna tutup yakıp yıkmıştı. İşte Huseyn, buna sebep olmak istemiyordu.

Ayrılacaktı.

Ama nereye gidecekti?

Kendisine, “Mekke’de kalırsanız burası hem kendi dedenizin şehri hem de hazır yüz binlerce hacı burada toplanacağından, Yezîd’e karşı başkaldırmak için en müsait yer ve zamandır” diye akıl verenler vardı. (Askeri strateji bakımından belki de doğruydu) Ama ilkeleri, idealleri ve İslamî değerler uğruna hayatını koymuş olan Huseyn, savaşın haram olduğu bu ay ve bu mekânda savaş istemiyordu.

“Yemen hem hükümet merkezinden uzak, hem coğrafi yapısı, munazzam ordulara geçit vermez, savunmaya çok elverişli hem de oranın halkı Ehl-i Beyt’e bağlıdır” diye Yemen’e gitmesini önerenler oldu. Ama Huseyn, hakkında ölüm fermanı bulunan birisi olarak giderken, Yemen’e belayı da kendisiyle birlikte götürmüş olacaktı.

Yemen halkını habersiz ve hazırlıksız olarak koskoca imparatorlukla karşı karşıya getirip, büyük bela ve acılara sebep olacaktı. Huseyn buna razı olmadı. “Madem öyle, bîat et kurtul” diyenler de oldu.

Huseyn bir kez daha, yeryüzünde kendisi için hiçbir sığınak ve barınak olmasa dahi Muaviye oğlu Yezîd’e biat edip zulüm düzenine onay ve destek vermeyeceğini kesin bir dille ifade etti.

Bu arada İmam Huseyn’in Yezîd’e biat etmeyip Mekke’ye gittiğini duyan Kufe halkı, elçi üzerine elçi, mektup üzerine mektup -hem de binlerce- göndererek Kûfe’ye gelmesini istiyordu.

Bilindiği gibi Kûfe Hz. Ali’nin hilafet döneminin başkentiydi. Kûfe halkı hem İmam Ali’ye hem de İmam Hasan’a ihanet etmişti.

Onun için İmam’ın yakınları, oraya gitmsine karşıydı. Ancak on bini aşkın mektup gönderen Kufeliler, ümmeti Yezîd zulmünden kurtarmaya amade, yüz bini aşkın savaşçısıyla diğer vilayetleri de ateşleyip Yezîd’in kontrolünden çıkarabilirdi.

 Onun elinde kalsa kalsa bir Şam kalırdı. Değil mi ki bütün İslam illeri, Emevi zulmünden bıkmış durumdaydılar? Huseyn eğer bu çağrılara geçmişe takılarak, önyargılı yaklaşımla( başkaca alternatifi de yokken )  kulak tıkarsa, zulüm düzeninden kurtulmak için doğan bu fırsatı kaçırmakla suçlanarak tarih önünde ve vicdan-ı ammede mahkûm olacaktı. Rahmetli Kemal Tahir’in dediği gibi “kaçan balık büyük olur”.

Eğer Huseyn müspet cevap vermeseydi, tarihin o dönemini tahlil eden herkes, Şam’ın dışında bütün İslam illerinin Yezîd’e karşı nefret, Peygamber yavrusu İmam Huseyn’e karşı sevgi ve saygı duyduğunu, hepsinin bir kıvılcım beklediğini, babası Hz. Ali’nin başkent yaptığı Kûfe’nin  de yüz bin silahlıyla bu kıvılcımı başlatmaya amade olduğunu tesbit edecekti.

Bu fırsattan, zulüm altında inleyen ümmeti mahrum bıraktığı için Huseyn’i mahkum edecekti. Ayrıca bunca mektup karşısında olumlu cevap vermemiş, en sonunda durum tesbit ve samimiyetlerini test etmek için gönderdiği amcası oğlu Müslim b. Akil de yazdığı raporda on binlerce insanın kendisine heyecanla bîat ettiklerini ve sabırsızlıkla beklediklerini Huseyn’e bildirmişti.

Huseyn kendi iç dünyasında Kufelilerin yine vefasızlık edeceğini düşünse de görünürde oluşan bu şartlar, tarih ve vicdan-ı amme karşısında Onu Kufe’ye gitmeye mecbur kılmıştı. Oraya gitmeye karar verdi.

Nasılsa ölüm fermanı çıkmıştı ve Kâbe’ye kan bulaştırmamak için Mekke’yi terk ederek bir yerlere gitmek zorundaydı.

Madem Kufeliler, onun üzerine oraya gitme, tarihi sorumluluğunu yüklemişlerdi. Sadık çıkarlarsa ne ala, İslam ve insanlık kurtulacak, bu şeref onlara nasib olacaktır; Vefasızlık ve döneklik ederlerse o zaman da vicdan-ı amme ve tarih karşısında Huseyn değil, onlar mahkûm olacaklardır.

Mekke’den ayrıldı, daha yolda iken Yezîd’in yeni Kufe valisi İbn-i Ziyad’ın entrika ve tehditleriyle Kufelilerin ahdlerini bozduğu haberini aldı. Kufe’nin üstünden yoluna çıkan bir alay Yezîd askeriyle, çekişe-çekişe şehadet yeri olarak en uygun gördüğü Kerbela (keder ve bela) çölüne çadırlarını kurdu.

Huseyn, zafer ümidiyle yanında gelenlere yol vermişti. Yanında kalan az sayıda insanı yeniden toplayıp yaptığı konuşmada boynunda başkalarının hakkı bulunanların kendisinden ayrılmalarını, bu kavgaya katılmamalarını söyledi.

Öyle ya, hak hukuk çiğneniyor diye can feda edilecek bu kavgada, hak yiyenlerin tabii ki yerleri yoktu. Zalim Emevî düzeninin kurutmak istediği “öz Muhammedî İslam”ın adalet, eşitlik ve hürriyet çınarı, haram kanla değil, ancak asil ve pak kanlarla sulanıp yeniden yeşertilebilirdi.

Onları kuşatan bin kişilik zulüm ordusunun öncü birliğinin ardından gelen binler, Al-i Resul’ü muhasara altına alıp suyollarını kestiler. Onları günlerce o sıcak çölde susuz bıraktılar.

 

Onlar ölüme meydan okuyan şehadete hazır,

Bir yudum suya hasret yetmiş iki kişiydiler.

Binlerin üzerine, birer birer gittiler.

Her yiğit kendi destanını yazsın istediler.

Dünyaya kahramanlık dersi verdiler.

Ölümden korkmadıklarını âleme gösterdiler.

Bire otuz, öldürmeden ölmediler.

Onlar, su içmediler, Peygamber elinden şerbet içtiler.

Onlar, “biz özgürlüğe gidiyoruz;

Siz, dinsiz olsanız dahi özgür yaşayın bari” dediler.

Onlar, artık bedensiz baş ve başsız bedendiler.

Zalimin üzerine, onlar bedensiz geldiler.

Tarihin karşısına Zeyneb’i şahid diktiler.

 

Huseyn, Mekkeden Kufe’ye doğru ayrılırken durum icabı orada kalan kardeşi Muhammed bin Henefiyye’nin o vefasızlara güvenip gitmemesi için çok ısrar etmesi üzerine, Hüsyen ona bu gidişinin ilahî bir program olarak Peygamber’in emriyle şehadete yürüyüş olduğunu söyledi.

Bunun üzerine kardeşi Muhammed bin Hanefiyye, “madem öyle bu kadınları neden yanında götürüyorsun? Peygamber hanedanından bunca kadının gözleri önünde sizin gibi azizlerinin öldürülmesi onları perişan etmezmi?” diye sorunca, Huseyn, bunun da ilahî programın gereği olduğunu işaret ederek yoluna devam etmişti.

Gerçekten eğer şehidler bu vaka’nın tanıklarını yanlarında getirmemiş olsalardı, Yezîd’in avanesi, Kerbela’da olup bitenleri, yani kendi rezilliklerini ve bu yiğitlerin kahramanlık destanlarını ve asırlara ışık tutan mesajlarını çarpıtmadan topluma dürüstçe anlatmaları mümkün müydü?

Olmasaydı Ali kızı Zeyneb ve beraberindeki Peygamber hanedanından iffet timsali on yedi hatunun doğru tanıklığı, tarihin bu önemli sayfası karanlıkta kalacaktı.

Ancak ilahî bir program, bu kadar dakik, bu kadar ilkeli ve bu kadar düzgün olabilirdi.

Evet, Yezîd avanesi, Peygamber evladı ve az sayıdaki sadık dostlarını sekiz on yaşlarındaki çocuklarından, altı aylık bebeğine varıncaya kadar, Peygamber evlatlarını analarının, halalarının, eşlerinin ve bacılarının gözleri önünde günlerce susuz bıraktıktan sonra ok, mızrak ve kılıçlarla, acımasızca şehid ettiler.

Bununla da yetinmeyip naaşları üzerinde at koşturdular. Daha sonra tamamına yakın peygamber ailesinden olan yaşlı kadınların ve minnacık yavruların sığındıkları çadırları ateşe verdiler, yağmaladılar, şehidlerin başlarını keserek, mızrak ucuna takıp zincire vurulan analarının, bacılarının, kızlarının ve eşlerinin gözleri önünde Kufe’den Şam’a kadar şehir şehir dolaştırıp teşhir ederek Yezîd’in sarayına götürdüler. Daha sonra sıcaktan soğuktan korumayan yıkık dökük bir harabeye bu hatunları hapsettiler.

Bütün bunları zaferlerini kutlamak ve halkı sindirmek için yapmışlardı.

Ama girdikleri şehirlerin çoğunda Zeyneb başkanlığındaki elleri zincirle bağlı ama beyinleri özgür tebliğ heyetinin etkisi o kadar büyük oldu ki direnişler baş gösterdi.

Hatta Şam’da bile, başta zafer şarkıları söyleyip şiirlerinde Peygamber’den intikam aldığını mırıldanan Yezîd, durumun gittikçe aleyhine döndüğünü görünce, esirleri serbest bırakıp Peygamber ailesine yaptığı bunca zulmü valisinin üzerine atmaya kalkıştı. Tabii ki samimi değildi.

Zira:

1-     İlk baştan emri veren kendisiydi.

2-     Esirler ona getirildiğinde neden zafer bayramı kutluyordu ?

3-     Vali kendi başına, Peygamber hanedanına bunca zulmü yapmış idiyse neden valiyi cezalandırmadı?

Yezîd avukatları bunca mezalim bir yana, altı aylık bir bebeğin hangi suçtan dolayı öldürüldüğünün bile cevabını veremezler.

Kaldı ki Huseyn’in sorusunun cevabını kim verecek? O şöyle sormuştu “ Peygamberler evladı olduğumu bile bile, kanımı dökmenizi caiz kılacak, dinin hangi hükmünü ihlal ettim ?”

“Ve siz ey Kufeliler! Beni buraya siz çağırdınız. Çağırdığınıza pişmansanız bırakın gideyim.”

“Ve sen, ey Yezîd ordusunun komutanı! Sizin işiniz benimle, bırak bu Peygamber yavruları dedelerinin Medine’sine geri gitsinler. Beni de al, götür Yezîd’e, öldürecekse o öldürsün.”

İmam Huseyn bu mealde ki sözleriyle;

1)- Kan akmasını istemediğini, kan akıtma meraklısı olmadığını deklare etmiş oldu.

2)- Yezîd ve avanesine vicdan ve Allah karşısında hiçbir mazeret bırakmamış oldu.

3)- Yezîd’in, Peygamber evladının kanını akıtma sorumluluğunu başkalarının üzerine atmasına fırsat vermemek istedi. Ama Yezîd Huseyn’i sağ değil, ölü istemişti. Kesilmiş kellesini istemişti. Yezîd’in hangi memuru onun gibi bir diktatör zalimin emirlerine aykırı hareket edebilirdi?

Böylece Huseyn,Yezîd’in Ehl-i Beyt’in kanına susamış olduğunu, evlad-ı Peygamberi öldürerek, ondan Bedir’de öldürülen müşrik dedelerinin intikamını almak istediğini açığa çıkarmış oldu. Nitekim Yezîd, Huseyn’in kesik başına çubukla vurarak okuduğu zafer şarkılarında bunu açıkça  dile getiriyordu.

Huseyn programını öyle eksiksiz yapmıştı ki Yezîd avanesine en küçük bir haklılık payı bırakmamıştı. Artık bu mezalimi hiçbir hukuk kıstasıyla savunma imkânı bırakmamıştı.

Bu arada Zeyneb ve kafilesi esaret zinciri altında olmalarına rağmen, götürüldükleri her şehirde Şam dâhil Yezîd ve avanesinin gaddarca işledikleri cinayet ve zulümleri öyle eksiksiz ifşa ettiler ki ( Kerbela destanının Âşûrâ sonrası bölümü ) öyle kusursuz yazdılar ki Yezîd, sindirmeği umduğu ümmetin, öfke tufanıyla karşı karşıya kalmıştı. Kendi hanımları bile Zeyneb’in safına geçmişti. Yezîd, kelimenin tam anlamıyla köşeye sıkışmıştı. Artık zafer şarkıları söylemiyordu. Huseyn’e ve yaranına bütün bu yapılanları, artık o da lanetliyordu.

Yezîdin kendisinin bile lanetlediği mezalimin savunmasına yeltenen Yezîd’den daha yezitçilere ne demeli ?!

Yezîd düşmanı, Ehl-i Beyt dostu, necip milletimin dikkatlerine saygılarımla

                                    Selahattin ÖZGÜNDÜZ/Türkiye Caferileri Lideri

                                                              Evrensel  Âşûrâ Matem Merâsimi

                                                             Tertip Komitesi Onursal Başkanı

Paylaşım :
Mail Yazdır Yorum Yaz 0 Yorum
05-11-2013 09:03 - 1926 Okunma
Caferider Web TV
Video Galeri
Foto Galeri
Yazarlar Tümü
Şirali Bayat
ŞİA-CAFERİ AZERİ MİLLETİNİN YÜCELİŞ SERÜVENİ
Av. Sinan Kılıç
Selahattin Özgündüz’e neden saldırıyorlar?
İbrahim ŞEREN
ALLAH PEYGAMBERİNİ MUHATAP ALARAK YÜCE KURAN’DA ŞÖYLE BUYURUYOR
Mehdi AKSU
İRAN’DA SÜNNİLER!
Hamit Turan
ŞÎR-İ FIZZA
Çayan Uludağ
Mekteb-i Kerbela
Abdullah Turan
İmam Mehdi'nin Dünyaya Geldiğini İtiraf Eden Ehl-i Sünnet Âlimleri
Kasım Alcan
Hiç olmazsa dünyanızda özgür kişiler olun
Namık Kemal Zeybek
Osmanlı'da Alevi Katliamı
Orhan Kiverlioğlu
Biz büyük devlet iken
Seyyid Ahmedi Safi
Tüm Müslümanları ilgilendiren önemli sorun
Hüseyin Çaça
Kerbela Hadisesi-1-
Musa Ayaztekin
Muta Nikahı Nedir, Ne Değildir?
28-03-2024 | Ana Sayfa | Ana Sayfam Yap | Sitenize Ekleyin | Künye | Foto Galeri | Video Galeri | Yazarlar | İletişim | RSS
CaferiDer ® 2012  
Sitede bulunun içerikler ve analizler kaynak gösterilerek alıntılanabilir Tasarım & Yazılım : Network Yazılım