01-05-2014 tarihinde eklendi
Toplumun psikolojisi ve ruh sağlığı iyi değil
Pisikolog Ali Rıza Erdogan'la konuştuk

 
 1970 Yılında Sivas'ın Kangal İlçesine bağlı Killik Köyü'nde doğan Ali Rıza Erdogan İlkokulu kendi köyünde bitirdikten sonra orta ve lise öğrenimini Çetin kaya Lisesi'nde tamamladı. 1992 Yılında Marmara Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık Bölümünden mezun olarak aynı yıl SSK Bakırköy Çocuk ve Kadın Hastalıkları Hastanesinde çalışmaya başladı. Bunu eğitim kurumlarındaki çalışmalar izledi.

İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi – Halk Saglıgı Ana Bilim Dalında Yüksek Lisans yapan Ali Rıza Erdoğan Psikodrama, Hipnoz, Müzikle Terapi Grup Çalışmaları ve klinik staj uygulamaları ile mesleki alandaki gelişimini sürdürdü. Erdoğan halen Marmara Üniversitesi'de görev yapmaktadır.

Ev kazaları, Premenstruel Sendrom ve Aile Planlaması konularında araştırmalarda yer aldı ve bu araştırma sonuçları uluslararası tıp dergilerinde yayınlandı.

Pisikolok Ali Rıza Erdoğan toplumsal sorunlara yönelik kendisine sorular sorduk. Bu konuların okuyucularımız için faydalı olmasını umuyoruz..

Televizyonlar toplum psikolojisini nasıl etkiliyor?
 
 Erdoğan:İçeriksiz, kültürden yoksun, hiçbir toplumsal değer taşımayan televizyon programları gittikçe arttı ve bu durum toplumun ruh sağlığını tehdit den boyutlara vardı. Bir yandan toplumsal kimlik erozyona uğratılırken bir yandan da insanlarda karmaşa, kararsızlık, karamsarlık, kaygı, yaratan kaotik programlar ve şiddetin özendirildiği, meşru hale getirildiği diziler ve yapımlar reyting gerekçeleriyle ilk sıralara oturdu. İzlenme oranlarını göstererek bunu talep eden toplumun kendisidir deyip çıktılar bu işten para kazananlar. Bu programları talep edenler abartılırken bunlardan rahatsız olanlar kaale alınmadı tabiî ki.Toplumda gittikçe artan şiddet olaylarının, vurdumduymazlığın, bencilliğin, sorumsuz insan davranışlarının ve yozlaşmanın bu programlarla hiç bağı kurulmadı.

Memleketimizin çok sayıda renkli ekranları var ve bu renkli ekranlarda son derece renkli şeyler olup bitmektedir. Ve bu renkli şeylerin çok sayıda sadık ve bu renkli ekranların belirleyicileri talep edicileri olduğu söylenen izleyicileri mevcuttur. Bu izleyiciler için yaşamlarında olup biten en önemli şeyler, kendilerini etkileyen en önemli şeyler ve hayatlarının merkezlerinde cereyan eden en alakadar konular bu ekranlarda olup bitmektedir. Böylece kendilerini yaşamın dışına atmışlıklarını fark ettirmeyecek, yapay olaylara ve yaşamlara tutunarak hayatlarına anlam katmaya çalışmaktadırlar. Yaşamlarındaki tek teselli kaynağı olarak başkalarının deşifre olmuş ve renkli ekranlara yansımış hayatlarına ekranların karşısına kurularak hayal dünyalarında dâhil olmakta ve böylece yaşamlarını zenginleştirmektedirler! Orada olup bitenlerle duygulanıp, sevinip, hüzünlenip orada olup bitenlerle sinirlenmekte ya da sakinleşmektedirler. Onların yaşamları üzerinde hayal kurup yine onların yaşamları üzerinde “iyi ki ben bu durumda değilim” diyerek teselli bulmaktadırlar. Kaderlerine razı, gündemlerini buna göre belirleyen, memlekette olup biten önemli şeyleri  bu ekranlar aracılığı ile algılayan, bu programların izlenme oranları üzerinde söz sahibi, hatta hangi anlayışların iktidar olacakları üzerinde bile söz sahibi sadık televizyon izleyicilerimiz sayesinde hiçbir çatlak ses çıkmadan ne güzel geçinip gidiyoruz. Memlekette huzur, güven ortamı, sükût ortamı böylece hâkim olmaktadır.

Kendi türküsünü bırakıp başka yaşamların türküsünü  söylemek ve dinlemek insanlarımıza daha eğlenceli gelmektedir. Böylece hayatları daha katlanılır hale gelmekte ve acılarından, kederlerinden, hayatlarındaki onca yoksunluktan ve sorumluluktan kendilerini sıyırmaktadırlar. Kendi türküsünü söylemek acı vermekte, sorumluluk gerektirmekte, kendisi olmayı dayatmakta ve kimliğini hatırlatmaktadır insanlara. Hal böyle olunca tezatlar çoğalmakta, sorumluluklar ağırlaşmakta ve birçok şeye katlanmak zorlaşmaktadır. Başka hayatlara tutunmak gibi başka hayatların türküsünü söylemeyi dayatmaktadır ekranlar. Ekranlarda birileri onlar adına sinirleniyor, birileri onlar adına hesap soruyor, hak arıyor, mücadele ediyor nasıl olsa. Ekranların karşısına sıkı sıkı oturarak böylece hayata katılma sorumluluğunu da yerine getirmiş oluyor izleyici.

Diğer yanda ise bu ekranların hâkimleri, izleyicilerin yaşamları üzerinde söz sahibi olanlar, onların taleplerine cevap vermeye çalışanlar böylece haber alıp haber veren, değerleri yıkıp yerine yenilerini inşa edenler, kültür tecavüzü gerçekleştirip, halka yüksek kültürlenme olanağı! Sunanlar var. Bunlar her şeyi bilirler, her şeye gücü yeter ve sayıları çok değildirler. Fakat sayıları çok olanlar bunları takip etmekte izlemekte, ağızlarında çıkan laflara bakmakta ve bunların belirledikleri ve sundukları programları talep etmektedirler!  Hal böyle olunca arz talep dengesi yerini bulmakta ama bizim aklımızın yatmadığı bu durum bizim gibi belli bir çoğunluğu da rahatsız etmektedir. Çünkü bizler kendi hayatlarımızı yaşamak istiyoruz ve kendi türkümüzü söylemek istiyoruz. Yapay yaşamları izleyerek teselli bulacak zamanda ve durumda değiliz. Ekranlardaki kaynanaların tepkisi, gelinlerin zavallılığı, oğulların kişiliksizlikleri ve çocuklarının yaşamlarını ekranlara pazarlayanların değersizlikleri bizim ilgi alanımız değildir. İnsanoğlunun binlerce yıldan beri ürettiği, geliştirdiği ve bu güne miras bıraktığı uygarlık değildir bunlar. Anadolu insanının gerçeği ve ilgi alanı da değildir bunlar. 

Televizyonlarda cereyan eden bunca kepazelikler belki iktidarların işini kolaylaştırmaktadır, belki insanları etliye sütlüye karışmaktan alıkoymaktadır, belki her şeyin güllük gülistanlık olduğu yanılsamasını sunmaktadır insanlara, belki edilgin hale getirerek kolay yönlendirilebilir, ilgi alanları değiştirilebilir ve çok iyi birer tüketim robotu haline getirilebilir olabilmektedir; ama ruh sağlıkları da bozulmaktadır.

Bu programlar her neyi amaç ediniyor veya edinmiyor olarak hazırlanırsa hazırlansın toplumun ruhsal yapısı üzerinde ciddi bir bozulma yaratmaktadır. İnsanları kendisine ve gerçek yaşamına yabancılaştırarak olumsuz duygular içine sokmakta, karamsar hale getirmekte, insanların kendi hayatlarındaki olumsuz çağrışımları sürekli canlı tutarak  şiddete eğilimi arttırmaktadır. Her yerde yaygın olarak yaşanılanın bunlar olduğu yanılsamasını gerçek bir bilgi olarak sunmakta ve güncel olanın, memleketin asıl meselesinin bunlar olduğu  duygusunu yaratmaya çalışmaktadır. Çünkü televizyonlar toplumun önemli bir kesimi tarafından güvenilir bir referans olarak algılanmakta  eğitim seviyesi düşük kesimler üzerinde hedefler oluşturmaktadır.  Aynı zamanda tek taraflı akan bir propaganda aracı olarak  insanların bilinç ve duygu alanlarını etkilemektedir. 

İlkel dürtüleriyle yaşamlarını sürdüren bir avuç insanın özel yaşamlarını bu ülkenin önemli olayları gibi aktarmak, sorunları çözme yolunu zor kullanarak gerçekleştirmeyi birçok programda alt mesaj olarak vermek,  şiddet görüntülerini dakikalara yayarak tekrar tekrar vermek, şiddet üzerine kurulu diziler, dedikodu programları ve sözüm ona tartışma programları toplumdaki suç işleme oranının artmasına, şiddet davranışlarının artmasına katkıda bulunuyorlar.  Bazı insanların travmatik yaşamlarının ekranlara taşınarak, şiddet görüntüleri ve tartışmaları içinde verilmesi özelikle çocuk yaştaki izleyicilerin ruhsal yapısı üzerinde travmatik etkilere neden olmakta ve bu yaştakilerde davranış ve uyum bozukluklarını ve güvensizlikleri arttırmaktadır. 10–15 Kişinin yaşamalarının didik didik izlendiği ve bilimsel keşifler gibi sunulduğu bazı programlar ise insanların çektiği acıları, sıkıntıları, yoksullukları  merak duygularının arkasına gizleyerek izleyicileri sadece toplumsal sorun ve konulara karşı değil aynı zamanda kendi sorunlarına karşı da duyarsızlaştırmaktadır.
 
 İnsanlar arasındaki saldırganlığı psikolojik olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
 Erdoğan: Zamanla insanlar sofrasını paylaştığı dostlarıyla yüreğini paylaşamayacak duruma geliyor. Zor anlarında ihtiyaç duyduğu son derece güven duyacağı yanında olacağını hissettiği insan bulunamamaktadır. Hayattaki duygusal yalnızlık ise kişinin biriktirdiği, çözümleyemediği çelişkilerden beslenerek yaşamdaki en büyük zararı ve yabancılık duygusunu körükler. Şatafatlı mekânlarda, insanlar sahip olduğu  şatafatlı varlıklarıyla  mutsuzluğun ve yalnızlığın dehlizlerinde dolaşmaya devam ediyorlar.

Bütün bu olup bitenler ise ölüm içgüdüsünden beslenen yıkıcılık ve saldırganlık eğilimini artırıyor. Engellenmelerle dolu bir yaşamda engellenmelerle örülü bir psikolojik dünya içinde olan insanlarda yıkıcılık ve saldırganlık dürtüsü fazla olmaktadır; eğer kişi kendini eğiterek bunu başka bir biçime dönüştürememiş ve başka bir biçimde ortaya koyabilme hüneri geliştirememişse. Yani mevcut güdülerin nasıl dönüştürüldüğü ve ortaya konulduğu son derece önem taşımaktadır. Bunu şiddet dışı bir biçime dönüştürerek ortaya koyabilme kişinin yetenekleri ve kendini tanıyarak geliştirmesi ve yaratıcılığını ortaya koyabilmesi ile ilgilidir

Kimisi içindeki karmaşayı sanat yoluyla bir aktarım mekanizmasıyla ortaya koyar. Böylece diğer insanlara da ürün vermiş ve birçok ortak duyguyu insanlarda harekete geçirmiş olur. Böylece diğer insanlara da hizmet etmiş olur. Başka bir yolla içsel karmaşasını ve yıkıcı, saldırgan dürtülerini ortaya koyamayan insanlar şiddet yoluyla ortaya koyarlar. Şiddeti ortaya çıkaran tetikleyici sebepler ise çoğu zaman kişi tarafından yaratılır.

Dış koşulların olumsuz olduğu zamanlar ve kişileri rahatsız eden uyaranlar arttığı zaman şiddet eğilimi daha da artmaktadır.   Savaş dönemleri, toplumsal olarak tedirginliğin hâkim olduğu ortamlarda ve yaz aylarında sıcakların artmasıyla şiddet eğilimleri de artmaktadır. Özellikle  cereyan eden birçok şiddet içerikli adli olaylar yaz aylarında daha çok meydana gelmektedir. Hava sıcaklığı olumsuz bir fiziki uyaran olarak algılanmaktadır.Çevre, kültür değerler ve inanç sistemi, eğitim, yetişme tarzı kişinin bu güdülerini nasıl ortaya koyacağında etkilidir.

Dünya nüfusunun üçte biri 15–25  yaş arasındaki gençlerden oluşmaktadır. Bu gençlerin dörtte üçü ise az gelişmiş ülkelerde yaşamaktadır. Bu kişilerde eğitimsizlik ve işsizlik başta gelen sorunlar arasındadır. İnsanların kişilik bocalaması ve uyum sorunları yaşadığı yaşların yine bu devreye denk geldiğini eklediğimizde şiddet davranışlarına eğilim için bir potansiyel oluşturduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Alkol ve uyuşturucu kullanımı ise yıkıcı ve saldırgan davranışların ortaya konmasında önemli bir etken olmaktadır.

 Kültürel yozlaşma ve yabancılaşma yine şiddet davranışları eğilimini arttıran bir özelliği oluşturmaktadır. Gelecek umudunu yitirme, güvensizlik ve kuşku içinde olan insanlarda, çıkarcı ve bencil insanlarda yıkıcı dürtüler daha fazla ortaya konmaktadır.
 

Saldırgan davranışlar ekonomik ve eğitim kültür düzeyi düşük erkekler arasında daha fazla görülmektedir. Şiddete eğilimli kişilerde saldırganlık ve öfke dürtüleri şartlı refleks olarak ortaya çıkmaktadır. Buda öğrenmenin etkili olduğunu kanıtlamaktadır. Özellikle televizyon programları ve kişinin içinde yetiştiği ortamlardaki şiddet olayları kişiyi bu yönde etkilemektedir. Şiddet görüntülerini reyting malzemesi olarak kullanan renkli ekranlar ise daha çocukluk çağlarında şiddet davranışlarını meşru bir davranış olarak zihinlere kazımaktadırlar. Yine şiddet içerikli diziler ve programlar ise insanların bu saldırgan eğilimlerini ortaya koymayı adeta teşvik etmektedirler. Eğitim düzeyi düşük kesimlerde ise yine şiddet ve saldırganlık eğilimlerinin ortaya konması erkekliğin bir doğal davranışı olarak algılanmaktadır. Ve bu erkekçe davranışlar! Trafikte sık olarak cereyan etmektedir. Buradaki erkekçe davranışlar tabii ki beynin devre dışı kalıp kas sisteminin harekete geçmesi anlamına gelmektedir.  

Freud  saldırganlığın doğuştan gelen   bütün canlılarda ortak olan öğrenme ile değişmeyen bir içgüdü olduğunu söylerken davranışçı  ekolü savunan bilim adamları ise insanlarda öğrenilen bir durum olduğunu savunmuşlardır.  
  

Doyurulmamış ihtiyaçlar ve hayatta sık karşılaşılan engelleyici durumlar kaygı ve gerginliği arttırır ve kişinin dürtülerini bastırmasında zayıf kalmasına yol açar. Tedirgin bekleyiş ve engellenme durumu ise şiddete eğilimi arttırır.
Yine toplum tarafından kabullenmeme, horlanma, dışlanma, küçümsenme zamanla yabancılaşma duygusunu geliştirir ve buda şiddeti arttıran bir özellik içinde barındırır.  
 

Kişilik bozukluğu olan kişiler arasında şiddet davranışları daha çok görülmektedir. Antisosyal kişilik bozukluğu olan kişiler sadece içsel dürtüleriyle hareket ettiklerinden ve diğer insanların duygu ve hislerini önemsemediklerinden saldırgan ve yıkıcı davranışlara daha çok meyillidirler. Sürekli bir haklılık duygusu ile hareket ederler ve hiçbir suçluluk duygusu hissetmezler. Diğer insanların acı çekmesi ise onları etkilemez.
   

Paranoit kişilik bozukluğu olanlarda ise insan ilişkileri fazlaca kuşkuya dayandığından yine şiddet eğilimi ve dürtüleri fazladır.
  

Narsistik kişilik bozukluğu olanlar ise sürekli kendilerine karşı bir hayranlık ve üstünlük duygusu içindedirler. Diğer insanların duygu ve hisleri önemli değildir, kendi düşünce ve hisleri önemlidir. Dolayısı ise diğer insanlara karşı yıkıcı dürtülerini ortaya koymaları onlara göre doğal bir haktır. Kendisi diğer insanlardan üstün olarak yaratılmıştır insancı içindedirler. Bu kişilik bozukluğuna en iyi örnek ise Hitler’dir. Aynı zamanda peşinden binlerce insanları koşturmayı becermiştir.
Kişilik bozukluğu olan kişiler bunu kabullenmediklerinden ve tedavi olma yoluna başvurmadıklarından toplumda diğer insanlara zarar verme eğilimleri fazladır ve suç işleme oranları fazladır.

Kalıtım özellikleri ve kişilerdeki hormonal düzey değişiklikleri  kişilerin şiddet davranışları sergilemesinde etkili olmaktadır. Özellikle kadınlarda menstruel dönemlerdeki hormonal değişiklik ve gerginlik şiddet davranışı eğilimini arttırmaktadır.
 
Öfke konusunda neler söyleyeceksiniz?
 
Erdoğan: Öfke uygun ifade edildiğinde, son derece sağlıklı ve doğal bir duygudur. Ancak kontrolden çıkıp da yıkıcı hale dönüşürse okul-iş hayatında, kişisel ilişkilerde ve genel yaşam kalitesinde sorunlara yol açar. Pek çok kişisel ve sosyal problemlerin (örneğin, çocuk istismarı, aile içi şiddet, fiziksel ya da sözel saldırganlık, toplumsal şiddet) temelinde öfke vardır. Öfke hem dışsal, hem de içsel bazı olaylarla ortaya çıkar.  
Arkadaşınız, anneniz, kardeşiniz, sokaktaki bir adam, öğretmeniniz gibi belli bir insana öfkelenebileceğiniz gibi; trafik sıkışıklığı, iptal edilen bir randevu gibi bir olaya da öfkelenebilirsiniz. Öfkelenmenizden kendi kişisel kuruntularınız sorumlu olabileceği gibi, daha önceden başınızdan geçmiş ve sizi öfkelendirmiş bazı olayların anıları da sorumlu olabilir.
 
Genellikle öfkeye yol açan nedenler arasında; engellenme, haksızlığa uğrama, fiziksel incinme ve yaralanmalar, tacize uğrama, hayal kırıklığı, saldırıya uğrama, tehditler sayılabilir.
 
Psikologlara göre, öfkelendiğimizde 5 boyut birbiriyle ilişkili ve eşzamanlı olarak aktif olur. Bu boyutlar:  
 
• Biliş – O andaki düşüncelerimizdir.
• Duygu – Öfkenin yol açtığı fiziksel uyarılmadır.
• İletişim – Öfkemizi çevremizdekilere yansıtma biçimimizdir.
• Etkileniş – Öfkeli olduğumuzda hayatı algılayış biçimimizdir.  
• Davranış – Öfkeli olduğumuzda sergilediğimiz davranışlardır.
 
Çocuk yetiştirme tutumunun çocukların geleceğindeki psikolojik etkileri nelerdir?
 
  Erdoğan: Anne babaların çocuk yetiştirme konusundaki bilgileri, yaklaşımları, doğru veya yanlış inanışları, kültürel değerleri aile içindeki ilişkileri belirleyecek buda ileride mutlu ya da mutsuz bir çocuk yetiştirmenin temelini oluşturacaktır.

Anne babaların yaptıkları çoğu yanlışlar farkında olmadıkları veya doğru kabul ettikleri yanlışlıklardır. Birçok aile çocuk yetiştirirken sergiledikleri yanlış tutumların ileriki yıllarda kişinin yaşayacağı birçok sorunun çekirdeğini oluşturacağını bilmiyorlar. Çoğu yanlış tutum çocukların geleceklerinde yaşayacakları kalıcı ruhsal hasarlara neden olmaktadır. Birçok ruhsal sorunun temelleri aileler tarafından maalesef çocukluk döneminde atılmaktadır.

Birçok aile referans olarak geleneksel yöntem ve tutumları almakta ve kendi anne babalarının yaptıkları hataları tekrarlamaktadırlar. Böylece birçok problemin sürekliliğine hizmet etmiş oluyorlar.

Koşulsuz olarak çocuğa sevgi göstermek ve çocuğu kabul etmek en önemli temel ihtiyaçtır. Çocuğu doğru tanımak üstün ve zayıf yönlerini keşfetmek ve çocuğun ilgi ihtiyacına karşı duyarlı olmak ise ailelerin temel görevidir. Çocukluk döneminde giderilmeyen sevgi, ilgi güven ve değer ihtiyacı ileriki yıllarda sürekli olarak farklı şekillerde gündeme gelecektir.

Çocukta yetiştirme konusunda güvensizlik ve kaygı yaşayan aileler genellikle çocuklarda kaygı yaratıyorlar. Aşırı koruyucu bir tutum geliştirerek çocuğun her şeyine müdahale ediyorlar ve bu durum çocuğun gelişimini kısıtlıyor. Aileler çocuğun gelişim düzeyi olarak hazır olmadığı konularda çocuğu zorlamamalı ve güvenini kırmamalıdır. Bazı aileler çocuklarını zorlayarak aslında dolaylı olarak kendilerini kanıtlama peşine düşerler. Çocuğun yapabileceği alanlarda da sorumluluk vermeli ve bir şeyler yapmasına imkân tanınmalıdır.

Yaşadıkları bazı sorunlardan ve koşullardan ötürü çocuğa yeterince ilgi gösteremeyen, ilgisiz ailelerde çocuğun  başta zihinsel  gelişimi olmak üzere duygusal ve sosyal gelişimi aksayacaktır.

Bazı  anne-babalar ise düzenli çocuk yetiştirme düşüncesi ile otoriter bir tutum sergilerler ve buda ileride isyankâr, tepkili ya da içine kapanık bireylerin yetişmesi demektir. Otoriter yaklaşım sergileyen aileler çocukların özgüven ve özdenetim geliştirmelerini engellemiş oluyorlar.

Anne ve balanın tutum ve yaklaşımlarının birbirine zıt olduğu, birisinin koruyucu birisinin baskıcı davrandığı durumlarda çocukların doğru kavramları sekteye uğramaktadır.  Anne babaya karşıda bir güvensizlik durumu ortaya çıkacaktır. Bu durumda uyum güçlüklerine dvetiye çıkarabilir. Çocuk için ilk modeller anne babalardır ve çocuk ebeveyn davranışlarını kendisine referans olarak alır. Ebeveynlerin yaptıkları her şeyi doğru kabul ederler. Çocuk için olumsuz diye öğretilen yanlış diye öğretilen bazı şeyleri ailelerin yapması çocukların ailelerine karşı olan güvensizliklerini geliştirecektir.

Sürekli suçlanarak, suçluluk duyguları yaratılarak yetiştirilmiş çocuklar ve gençler ileride saldırgan bir tutum sergileyecekler ve kendilerine güvenleri olmayacaktır. Bu tutumun doğurduğu rahatsızlıkları yaşamlarının birçok aşamasında yaşayacaklardır.

Aileler çocukları öncelikle ciddiye almalı ve etkin olarak dinlemelidir. Onların her koşulda kendileri için değerli olduklarını hissettirmeli ve sevgilerini göstermelidirler. Ailede alınan birçok karar ve konu çocuklarla paylaşılmalı ve bazı kararlara ortak edilmelidirler. Bir şeyi neden yapmaması gerektiği veya bir kuralın neden konulduğu ayrıntılı olarak açıklanmalıdır. Bir şey bazen doğru bazen yanlış olmamalıdır.
Her çocuğun gelişim düzeyi ve potansiyelinin farklı olduğu kabul edilmeli ve kıyaslama yapılmamalıdır. Başka bir çocuğun davranışları diğeri için örnek gösterilmemelidir.

Sağlıklı çocuk yetiştirmek için ailenin ve aile ilişkilerinin sağlıklı olması gerekir. Aile içinde cereyan eden bozuk ilişki ve iletişim çocuğa direkt olarak yansıyacaktır. Çocuğu ailede yaşanılanların dışında tutma olanağı yoktur. Ailede uzun süren kaos ve çatışma ortamı var ise bu çocuğun ileriki yaşamına yansıyacak kalıcı ruhsal hasarların oluşmasına yol açacaktır.

Çocuklar gelecektir ve geleceği sağlıklı kurmanın yolu çocukları sağlıklı yetiştirmektir. Sağlıklı çocuk yetiştirmenin yolu sağlıklı anne babalar, doğru  eğitim ve kendini geliştirmektir.

Umarım bu söyleşi okuyucularımız için faydalı olacaktır. Bize vakit ayırdınız, teşekkür eder başarılar dileriz.

Erdoğan: Ben de sizlere teşekkür ediyorum. Beni konuk ettiğiniz için. Yayın hayatınızda başarılar diler Caferi yol okuyucularına sevgi ve umut diliyorum...
 

http://www.caferider.com.tr/toplumun-psikolojisi-ve-ruh-sagligi-iyi-degil_h11597.html