18-06-2012 tarihinde eklendi
İnsanı Bölmeden, Bütünden Tevhidi Anlayışla İnsana Bakabilmek


Hacı Bektaş Veli, “72 millete bir nazarla bakmayan bizden değildir” demiştir. Burada iki bakış açısı var: Bir, tevhit gözünden insanlığı seyretmek ve değerlendirmek var, bir de ikiliğin üzerinden “Sen şusun ben buyum” şaşı, zıt anlayışların içinden bakmak var. Peki, bu iki bakışın insanlığa getirisi ve götürüsü nedir? Peygamberler ve veliler yaratılana Yaratan’dan bakışı ifade ederken ne demek istediler, bu bir fikrî görüş müdür; peygamberlerin ve velilerin ideali midir; bir kuram mıdır?

 Hayır, gerçeğin ta kendisini, evrensel yasa ve nizamın kendisindeki hakikati söylemişlerdir. Tevhit yasasına aykırı davrananların cezasını bütün beşeriyet çekiyor. Bu kavgaların, kinin, vahşetin altında yatan gerçek şudur: Bütün bunlar, yaratılana Yaratan’ın, Allah’ın tekliği üzerinden bakamayışımızdan kaynaklanmaktadır. 

Ehli kitap olan topluluklar, birbirlerine Allah’ın tekliği üzerinden bakmıyorlar da Hıristiyan, Yahudi, Müslüman gibi anlayışların üzerinden birbirlerine bakıyorlar. Oysa kendilerine gelen kitap Allah’ın tekliğine işaret ediyor. Bu topluluklar, birbirlerine Allah nazarından baksalar şaşı, ikilik anlayışından kurtulup birbirine düşmanlık değil hizmet edecekler; kinden, şiddetten, nefretten kurtulacaklardır.

Beşeriyet şunu iyi anlamalıdır: Camiye, havraya, kiliseye, put haneye, tapınaklara gidenler aynı yasanın üzerinde yaratılmışlardır. Peygamberler de ayrı ayrı din getirmedi insanın izahını getirdiler. Allah, “Altı günde yaratışı tamamladım, arşa istiva ettim” demiştir.

Peygamberlerle yaratılış peyderpey izah edildi. Allah (cc); Hz. Muhammed, Hz. Ali ve Ehlibeyt ile insanlığı anlayışta tam kâmil eyledi ve insanı akıl sırrına getirdi. Hz. Muhammed ve Hz. Ali ile arşı istiva eyledi; insanın manen yaratılış izahını tamamladı. Hz Muhammed: “Âdem çamur ve balçık arasında iken ben onun başucunda resul idim.” buyurmuştur.

İnsanlığın Efendisi Hz. Muhammed’i ne Müslüman’ım diyen topluluklar anladı ne de karşısında olanlar anladı. Eğer Ehlibeyt olgusuna iyi bakılmazsa insan Hakk sırrına ulaşamaz; Ehlibeyt olgusuyla açığa çıkan hakikat, anlaşılamadığı için -ki ehline varmayınca anlaşılmaz- beşeriyet bu hal ile esfelde cahim sıfatlarını yaşamaya devam edecektir. Bu hakikatin anlaşılması için “Biz Alevi’yiz” ya da “Biz de Ehlibeyt’i seviyoruz” demek yetmez. Ortalıkta bir sürü “Biz İslam değiliz” diyenler var. Ey hikmetten, hakikatten yoksun olanlar, “Allah katında din İslam’dır.” Fakat şu ortalarda din adına fetva veren cemaatler ne kadar İslam’dır derseniz; oturur, konuşuruz. Bir de kendilerine “Aleviyiz fakat biz Muhammed’i, Ali’yi tanımıyoruz.” diyenler var, bunlar dalalet ve cehalet kuyusunda çırpınmaktan öteye gitmeyen kişilerin sözleri ve çırpınışlardır. Biz, Muhammed’in, Ali’nin, Fatma’nın, Hasan’ın, Hüseyin’in Alevileriyiz yani Ehlibeyt’in Alevileriyiz. İsmimizi aldığımız yer belli. Siz hangi Aleviler oluyorsunuz?! Tutup Şaman, Zerdüşt geleneklerini bize inanç diye dayatıyorsunuz ya da diğeri (Sünni) Arap geleneklerini din diye dayatıyor. Bunlar kumaşın iki yüzü gibi, nasıl mı? Kendisine Aleviyiz ama İslam değiliz diyen kesimle baskıcı, totaliter, katı, Sünni mutaassıp gruplar Alevilere “Siz İslam değilsiniz” diyor ikisi de aynı amaca hizmet ediyorlar. Fakat şunu belirtmeliyiz ki kendisine İslam diyen İslam’ı Emevi zihniyetiyle tekelleştirmiş olan kimseler, sizler Ehlibeyt’e uymadıkça Hz. Muhammed’in kabulü değilsiniz. İkinci hezeyan grup olan kendine Alevi diyen ne o ne bu olduğu belli olmayan bunlar…

Tarihsel sürece baktığımızda Emevi Muaviye lanetullah tarafından tezgâhlanan oyuna iki grup da düşmüştür. Nasıl mı? Sıffin Savaşı’nda Emevilerin ayarttığı Harici gruplar Hz. Ali’ye, “Sen dinden çıktın tövbe et.” dediler. Oysa din denilen hakikat, Hz. Muhammed (sav) ve Hz. Ali (kv) Efendilerimizin ta kendisi idi. Hz. Ali “Ben canlı Kur’an’ım” sözüyle bu hakikati beyen etti fakat anlamadılar. Bu akıl, bilinç, anlayış hastalıkları beşeriyet var olduğu günden bu yana devam etmektedir.

Bu mevzu geniş olarak açılacaktır…… 
Allah bizi camiye, havraya, kiliseye değil “Hanif Fıtrat” dinine davet etmektedir. Hepsine saygı duyuyorum fakat cüppe, takke, kippa, giyinmiş, istavroz takmış din adamları ve din adına kurulmuş bir sürü müessese var; bunlar, bir diğerini kendine düşman olarak görüyor. Bu nasıl dindir? Dini kin olmuş bu müesseselerde -maalesef din evleri demek biraz zor fakat şekil ve uygulama açısından din evi diyebileceğimiz bu yerlerde- gerçek din olsa idi; kin, nefret ve insanı bölmek, parçalamak yerine bağdaştırıcı, bütünleyici unsurlar olurdu.

 Bazen, nadiren de olsa birbirlerine dostluk mesajı iletirlerken öte tarafta en çok kim adam kandırır, kendi hiziplendiği dinine, mezhebine kim daha çok taraftar kazanır, bu anlayışın içinde her türlü yolu denemekte hiçbir mahzur görmüyorlar. Bu işe dair devasa bütçe ve insan kaynakları oluşturuluyor. Bu gücü insanlığın hayrına ve barışına dönüştürün; insanlık huzur bulsun. Her bir toplum bir diğerinin korkusuyla yaşıyor ve bütün gücünü bir diğerini alt etmek için kullanıyor, şeytani fiillere başvuruyor. Artık aranıza şeytanı değil - çünkü o sizin aranıza nifak sokar- aranıza Hakk’ı alın, sizi Yaratan’ı alın ve bağdaşın. “İkinin üçüncüsü, üçün dördüncüsü, dördün beşincisi, beşin altıncısı olan Allah’ı” alın ki insanlık huzur bulsun. 

Şimdi sormak lazım: Hıristiyan’a, Mecusi’ye, Yahudi’ye, Müslüman’a, ideolojilere, partilere vs. nicesine siz bu anlayış ile insanlığa nasıl bir huzur ve istikrar getireceksiniz? Çünkü birliğin yasasını bilmiyorsunuz. Nasıl huzuru ve barışı sağlayabilirsiniz? Olmaz efendim! Neden, çünkü beşeriyet kendi hakikatine, âlemin hakikatine yozlaşmış. Hep beraber insan medeniyetine doğru yürüyelim; insan medeniyetine, insanlığa ulaşamadığımızda eşyanın teknolojinin medeniyetini yaşasak da gene beşeriyet birbirine zulümden, acıdan başka bir şey getiremez. Çünkü birbirinin hakkını-hukukunu gasp ediyorlar. Hakikatte ‘Şah damarından içerde olan’ın hukukuna, Hakk’ına ters düşüyorlar. 
İnsan dediğimiz olgu bir bütündür fakat biz insanı din adamı, bilim adamı, işçi, çiftçi, Yahudi, Mecusi, Hıristiyan vs. diye böldük; bu anlayışlarla insanı, insanlık değerlerinin bütünlüğü içinde göremiyoruz. 

Bir embriyoda mevcut değerler anne rahminde bir şekle dönüyor, açığa çıkıyor ve dünyaya geliyor. Burada bir hücrede tohumda gizli değerler nasıl şekle bürünüyorsa dünyaya gelen her çocuk, hangi milleten gelmişse o toplumun değerleri esasında şekilleniyor, anlayış kazanıyor. Yani çocuk toplumun değerlerini giyiniyor ve içine alıyor. Kendini o yapının içinde değerlendiriyor. Dışımızdaki bölünme ve parçalanma hali düşüncemizden, duygumuzdan, irademizden aksediyor.

Toplumsal esasların içinde şekillendiğimiz için hayata ve insanlığa parçalı bakıyoruz. İnsan varlığını şartlanmaların içinde kaybediyor bu nedenledir peygamberler ve veliler “İnsan” denilen varlığı vasfen temizleyip ona takva elbisesi giydirip onun şartlandığı anlayışları çıkarmasına vesile oluyor. İnsan denilen varlık o zaman açığa çıkıyor. 


Biraz önce söylediğimiz gibi vasıflarımıza yani aklımıza, irademize, nefsimize, duygularımıza dışımızdaki gelenek, görenek örtüsünü giyiniyoruz. Hz. Muhammed’e “Üstündeki örtüyü at ve uyar” demesi bu manaya işarettir. 
Hz. Ali (as) efendimizin, “İslam’ı bir gömlek gibi ters giyindiler” demesi şu hakikat üzerinedir: Arap geleneklerini, cahiliye âdetlerini tekrar aldılar nefsine, aklına, duygularına giyindiler. Kılığa kıyafete, saça sakala, cüppeye İslam dediler. İşte bu milletin İslam diye uyguladıkları, Arap gelenekleri ve âdetleridir. Fakat insanlığı bir bütün olarak değerlendirirsek bütün dini yapılanmalarda bu anlattığım olay cereyan etmektedir. 

Din örtünün altındaki insanı ortaya çıkarır. Bazen din kelimesini kullanmaktan imtina ediyorum çünkü din kelimesinin içini her toplum anladığını, sandıklarını, zanlarını, gelenek ve âdetleri ile doldurmuştur ve bu kavram anlattığımız veçhile kirlenmiştir. Çünkü din denildiği zaman herkesin, kendi kafasındaki değerleri ile çağrışımı var. Fakat yazının başında söylediğimiz gibi parçalanmanın getirdiği bakış üzeri oldukları için buna da sebep olan din adamları, öyle ucube bir din çıkardılar ki bu din bilimle çatışıyor, akıl ile çatışıyor. 

Allah yarattığı kâinatla, yasayla, yöntemle ters düşmez. Atatürk bu meseleyi çok iyi kavramış, Bursa’da bir hitabında bu hakikate vurgu yapmıştır fakat dışı din, içi kin ve küf tutmuş kişiler bunu anlamadı, anlamak da istemiyorlar. Bilimle din, akıl ile ilim ters düşmez; fakat kişisel anlayışlar, İnsan’ın varlık bilgisine ve yaratılışın, oluşun yasasına ters, zıt düşmüş “Yezit” olmuşlar.

Hz. Muhammed “Ben ilmin şehriyim Ali kapısıdır her kim şehre girmeyi dilerse Ali’ye gelsin” demiştir. Hz Muhammed kendisini ilim şehri olarak nitelemiştir Hz Ali’yi ilmin kapısı demiştir. O halde soralım İslam’ım diyenlere ilmin hikmetin neresindeyiz Hz Ali ilmin kapısıdır başka kapıların Hz. Allah ve Resulü tarafından kapatılması çok düşündürücüdür. Kendine Müslüman’ım diyenler Hz. Ali kapısından ayrıldığı gün kapatılmış taassup kapılarında hakikatten uzak ne Hz. Muhammed’i tanıyabildiler ne ilmin şehrine girebildiler gittikçe gerçek İslam’a yozlaştılar ve acı içerisindeler. Hz. Muhammed, Ehlibeyti ve Kur’an anlaşıldığı takdirde bu sorunlar çözüm bulacaktır.

Tevhit meselesinin ehemmiyetini, çözülmesi gereken en önemli meselelerden biri olduğunu anlamamız gerekir. Tevhidi şöyle değerlendirirsek âlemle âdemi -“Âdem” merkezdir- âdemle Allah’ı bir bütün olarak izaha gelmiştir. Bu mesele çok yüksek bir hakikati içinde barındırır sadece yaşayanın zevkidir, bu işin kalpazanlığını yapanların değil. Bu meseleyi biraz daha şekle çekecek olursak: Bir karı-koca birbirleriyle uyum ister; çocuk, ana ve baba birbiriyle uyum ister; toplum, zıtlardan kurtulup barış ve huzur ister. Bizi uyuma getirecek olan, her derdin ilacı ve merhemi tevhittir.

Fakat görüyoruz ki bu anlayıştan uzak düşmüş olmamız; bizi savaşlara, şiddete, nefrete ve insanları yok oluşa, acılara itiyor. Nice yok olanların varında mevcut olanları yokluğa itiyor ve insani değerleri öldürüyor. Peygamberlerin, nebilerin, velilerin getirmiş olduğu değerler, insanlığa ait evrensel değerlerdir. Fakat her toplum; bu değerleri kendi anlayışında, kendi toplumunda sınırladı. Değerlerin evrensel bütünlüğünü bu hal içinde öldürdü. İnsanın mevcudunda açığa çıkacak olanları öldürme hali en ekmel şekilde bize Ehlibeyt tarafından anlatılmıştır. Bu hakikatin bayrağını yükselten, arşa çeken Hz. Hüseyin ve Kerbela Hadisesi’dir. Hz. Hüseyin Kerbela’da insanın şerefini, haysiyetini arşa kaldırmıştır.

 Fakat bu işin hikmetinden ve irfanından yoksun olanların anlayamayacağı hakikatlerdir. İnsanlığın mahkûm olduğu sistemler, ideolojiler, felsefi akımlar, güç odaklı anlayış tarafından “insan” metalaşmıştır. Kamil insanın nazarında ise “İnsan, eşya değil nice âlemlerin üzerine yükseltilmiş, hüküm ve hikmet sahibi en yüce varlıktır.” İnsan, eşyanın üzerinde kudret ve hürriyet sahibi olandır. Eşyanın mahkûmu olanlar, eşya aklın tesiri altında şeytanî faaliyetlerine biraz daha güç katmış olur.

İnsan medeniyetine insanı ulaştıran en yüksek hakikat, Muhammed Ali ile vücut bulmuştur. Adeta insanı Mekkî tabiatın içinden çıkararak İnsanlığın Medine’sine, Hakk’a ulaştırmışlardır. İnsan’ı dinleşmiş anlayışların batağından kurtarıp insanın eline kişisel anlayışlarını din diye vererek “fıtrat” derunundaki dinden edip beşeriyeti oyalayan, insanı zelil eden, insanı aşağılaştıran, bayağılaştıran, sefalete itip acınacak duruma düşürüp yardım ederek onun üzerinden benliğini tatmin eden her anlayışa karşı Ehlibeyt’in ahlakını diriltmek, insani yükümlülüğümüzdür. 

Sonuç olarak; İnsan, tevhidi anlayışın içinde değerleri bir bütün olarak yaşar. İnsanlık insanı bir bütün olarak yaşar; huzur, mutluluk o zaman gelir. Kesrette yaşayan insanın dramı acıdır, sefalettir, şiddet, nefret, kibir, zulümdür, korkudur… Konu devam edecektir. Sevgilerimi ve saygılarımı sunuyorum.

http://www.caferider.com.tr/insani-bolmeden-butunden-tevhidi-anlayisla-insana-bakabilmek_m.html