Ana Sayfa İç Gündem Ülke Gündemi Dünya Gündemi Kütüphane Etkinlik Kültür -Sanat- Bilim Haber - Analiz Caferider
Kerbela
Nebevi Gülistana Emevi Hazan

Ve Rahman, kendi nurundan rahmeti yarattı, bütün âlemlere yetecek kadar.
Adını Muhammed koydu.
Yaratılış gayesine doğru, kulluk ve kemalat merdivenlerinin tamamını kusursuz tırmanarak, en yüce ufukları aşıp, sıdret’ül- münteha’ya ulaştı.
Kurb makamında, kimsenin ulaşamadığı dereceye yüceldi. Hiçbir fasıla bırakmayıp, Kâbe kevseynden, kemanın iki ucundan daha yakına gitti.
Kim bilir, belki de her kesin aksine, mabud-i mahbubuyla, kabl-el’memat, hal-ı hayatında vuslata erdi.
Yaratanı, habibullah tacıyla taçlandırarak, Muhammed’i, Seyyid-ül’Mürselin, Şah-ı Enbiya yaptı.
Âlem-i Beka’da, herkesin gıptayla bakıp, övgüyle bahsettiği makam-ı mahmuda onu çıkarıp, bu evrenin tamamından çok daha büyük olan o âlemin, tek bayrağı, liva’ül-hamd’i yüce Allah, habibi Muhammed’in başının üzerinde dalgalandıracaktır. Kendisine tahsis ettiği Kevser havzundan, mahşer gününde onun ümmetinin susuzluğunu giderecektir.
Uluların ulusu el’Aliyy’ül-a’la, mertliği, yiğitliği, takva, ilim ve hikmeti yarattı, adını Ali koydu. O Rabbinin katında çok özeldi. Bu sebeple Kâbe’nin Rabbi, yeryüzünün en kutsal evi Kâbe’yi, velayet güneşi Ali Murteza’nın doğması için, onun annesine açtı.
Hayatının hiçbir safhasında, Allah ve Resulünün hoşnut olmadığı, hiçbir eylem ve söylemde bulunmamış, hak, hukuk ve adaletten asla şaşmamıştır.
Kılıç bile, onun elinde adalet terazisine dönüşürdü. Mazlumu asla incitmez, zalimin zulmüne ise geçit vermezdi.
Karşısına çıkan her savaşçıyı haklar, önüne gelen her soruyu cevaplardı.
“ Ali’den başka yiğit, Zülfükar’dan başka kılıç yok” semavi vecize ve “ Ben ilmin şehri, Ali onun kapısıdır. İlim ve hikmet isteyen, bu kapıya gelsin.” Nebevi vecize, bu söylediklerimizin en güzel ispatıdır.
Esedullah’il-mensur, Seyfullah’il-meslul, İmam’ul- muttakıyn, seyyid-ül –vasiyyin unvanlarını kazanmakla kalmamış, rabbi onu velayet tacıyla taçlandırmıştı.
Değil mi ki mukaddes din ve onun muazzez peygamberi, Mekke döneminde, Ebu Talib’in dirayeti ve Hatice’nin emvali, Medine döneminde ise Ali’nin Zülfüyârıyla mueyyed kılmıştır.
Ruz-i mahşerde, Resulullah’ın Liva’ül-hamd’i Ali’nin elinde dalgalanacak ve Kevser havuzunun sakisi de, o olacaktır.
Ve Rauf, iffet, ismet ve şefkati yarattı, adını Fatıma koydu.
O, öyle mükemmel bir kız evlat, bir eş, bir anne ve öyle kusursuz bir insandı ki Rabbi Fatıma’yı tertemiz kılmış ve bütün Müslüman kadınlar için, kusursuz örnek olarak sunmuş ve onu Şah-ı zenan tacıyla taçlandırmıştır.
Fatıma’ya Rabbi,”Seyyidet’ü nisa’il- âlemin” unvanı vererek, dünya âleminin, “Seyyidet-ü nisa-i ehl’il cenne” unvanını vererek, uhra aleminin de Şah-ı Zenanı olduğunu ilan etmiştir.
Ve Rebb’ül-âlemin, barış, aşk ve güzelliği yarattı. Adını Hasan koydu.
Hasan, gözlerini Şah-ı Enbiya, Fahr-i Âlem Muhammed Mustafa’nın kucağında açtı.
Maddi –manevi her anlamda, gıdasını ondan almıştır.
Resul”ün sıbt-ı ekberi doğdu diye, hane-i nübüvvet ve maden-i risaletle birlikte, yer, gök ve cennette bayram vardı.
İmam Hasan, aldığı Nebevi terbiyeyle, çocukluk ve gençlik dönemiyle birlikte, imamet, velayet ve hilafet dönemlerini bütün karmaşıklarına rağmen, öyle mükemmel ve İslami ilkelere uygun geçirdi ki tamamı genç olacak cennetlilerin efendisi unvanını alarak, Rabbi tarafından kardeşiyle birlikte cennetlilerin şahı tacıyla taçlandırıldı.
Ve…
Vedud-u Rahim, nur-i Ahmedi’den, ilke ve erdemlerle kuşanmış hürriyet, onur, sevgi ve tüm güzellikleri yarattı. Adını Hüseyn koydu.
Hüseyn doğduğunda, bütün kâinat öylesine sevindi ki melekler alıp götürmüştü Hüseyn’i kundağında gök âlemine.
Cennette bayram vardı. Çünkü cennetin ziyneti Hüseyn gelmişti.
Arşta bayram vardı. Çünkü arşın küpesi, Hüseyn gelmişti. Ama Hüseyn’in yer kürede bekleyenleri vardı.
Evrenin övüncü, Şah-ı Enbiya, inanan gönüllerin sevinci Resul-i Zi’şan ve onun sevgili veziri Eb’ul- Hasaneyn Ali, özellikle de kucağı boş, gözleri yolda, kalbi titreyen Ümmül Eimme, Fatimet’üz- Zehra, Hüseyn’in dönüşünü sabırsızlıkla bekliyorlardı. Hüseyn’in ayrılığına, kucağı boş kalan anası Zehra’nın tahammül etmesi, hiçte kolay değildi.
Hüseyn, sadece dünyanın en tatlı bebeği değildi. Âdem (as)”ın arşın sağında gördüğü beş kişilik nurani görüntünün ve cennetin kapısında gördüğü isimlerin beşincisi, yaratılış harikası, kâinatın incisi ve gök âleminin sevgilisi Hüseyn’dir.
Hüseyn, Allah’ın her türlü kirlenmişlikten tertemiz kıldığı, gönül bağıyla bağlanmamızı Resulullah’ın tebliğ ücreti olarak farz kıldığı, al-i aba’nın da beşincisiydi.
Hüseyn, doğumuyla kâinatın kalbi olan en şerefli hanedanın aile fotoğrafını tamamlamıştı.
Evet, Hüseyn tatlı küçücük bir bebek olmanın ötesinde, en kutlu aile fotoğrafının tamamlayıcı, önemli bir parçasıydı.
İşte bunun için, göklerdekiler Hüseyn’e doymasalar da, O’nu kutlu ailesine, en pâk damenli annenin boş kalmış aguşuna, geri getirmişlerdi.
Herkes sevinç içindeydi. Melekler, fevc fevc, Ahmed-i Muhtar Muhammed Mustafa’yı ve kutlu hanedanını kutlamaya geliyorlardı. Bir grup melek, beraberlerinde, küçücük bir ihmalinden dolayı, uçuş yeteneği alınmış Fötrüs adındaki meleği de getirmişlerdi.
O da Resulullah’ı tebrik ettikten sonra, kendisi için şefaat etmesini dilediğinde Resulullah, Fötrüs’e kanatlarını kundaktaki Hüseyn’e sürmesini işaret buyurdu. Böylece onun da kanatları iyileşti, uçup giderken, ben Hüseyn’in azatlısıyım diye övünüyordu.
Yusuf’un gömleği, Yakup (as)” ın hüznünden kaybettiği gözlerine kavuşmasına vesile olmamış mıydı?
Beyti Nebevide”ki sevinç, esenlik ve mutluluk, ferahlatıcı bir meltem gibi dalga dalga Medine’ye, oradan da bütün kâinata yayılıyordu.
Cebrail (as) tekrar tekrar geliyordu. Fatıma ev işleriyle meşgul olduğunda, Hüseyn’e ninniler okuyup, beşiğini o sallıyordu.
Günlerin birinde, yine Cebrail (as) gelmişti. Şah-ı enbiya çok mutluydu. Hüseyn’ni almış kucağına, sevip okşuyordu.
Cebrail (as) hazin bir sesle “Ya Resulallah, Hüseyn’i çok mu seviyorsun?” diye sorunca, Resulullah (sav) ; sevgi ve sevinç dolu gözlerle Hüseyn’e bakarak, “Elbette ki onu çok seviyorum. O benim oğlum, o benim çiçeğim, o benim kalbimin meyvesidir” diye cevap verince, Cebrail (as),  “ama Ya Resulallah! Senin kendi ümmetin, kalbinin meyvesi dediğin bu sevgili oğlunu Kerbela denilen yerde, bir yudum suya hasret… “ deyip Hüseyn’in başına gelecek musibetleri anlattığında, Resulullah’ın kalbi yerinden çıkarcasına iki gözü iki çeşme hüngür hüngür ağlıyordu.
Cebrail (as) bir avuç kızıl toprak Resullullah’a sunarak, işte oğlun Haseyn’in şehid olacağı Kerbela türbeti” dedi.
Resullullah, ağlar gözlerle o türbeti öpüp kokladı. Sonra da zevce-i tahiresi Ümm’ü Seleme’ye vererek; “Bu türbet kana döndüğünde, bil ki oğlum Hüseyn’i şehit etmişlerdir” buyurdu.
Evet, büyük amcası Hamza’dan sonra, Hüseyn, Seyyid’ü Şüheda, Şah-ı Şehidan tacıyla taçlandırılmıştır.
En büyük mertebenin, şahadet mertebesi olduğunu bildiğimize göre, Şah-ı Şehidan mertebesinin ne kadar yüce olacağını anlamak, çok da zor olmasa gerek.
Ama Hüseyn’in ağlamasına bile kalbi sızlayan rahmet peygamberinin, onun başına gelecek bunca musibeti duyunca, nasıl sakin olabilirdi ki?!
Her kes seviniyorken, o ağlıyordu. Heseyn’i bağrına basıp, yanağından değil de, göğsünden, dudağından, boğazından öpüyordu. Bu çok anlamlıydı.
Öptüğü noktalar, tam da Cebrail (as)’ın kendinse anlattıklarıyla ilintiliydi.
Bu durum, Resulullah’ın aile efradı ve yakın çevresinin de dikkatini çekmişti.
Evreni, hatta evren ötesi bütün alemleri kuşatan rahmet, Muhammed Mustafa’yı, bu kadar üzüp öfkelendiren, neydi acaba!?
Hem de dünya tatlısı Hüseyn’in doğumuyla, sevinç ve mutluluğun tam zirvesindeyken!
Resulullah’ın bu hali, pek doğal olarak her kesten çok, Resulün kızı Hüseyn’nin anası Fatıma’yı hem meraklandırıyor hem de kaygılandırıyordu.
Acaba Hüseyn’in göğsünde, dudağında ve boğazında bir sorun mu var ki babası buralardan öpüp ağlıyordu!
Sordu babasına bütün bunların sebebini.
Resulullah, kendi ümmeti tarafından oğlu Hüseyn’nin başına gelecekleri anlattı Fatıma’ya.
Fatıma ağlayarak, “Babacığım! Bu felaket ne zaman olacaktır” diye sordu.
Resulullah (sav), “ Benim, senin ve Ali’nin hayatta olmayacağı bir zamanda bu facia vuku bulacaktır” diye cevap verdi.
Fatıma, hıçkırıklar içinde, “Babacığım! Öyleyse Hüseyn”e kimler yas tutacaktır” diye sorunca da,
Resulullah, “ Kızım! Hüseyn’nin her asırda, yasını tutacak sevenleri olacaktır.” Diye cevap verince,
Fatıma, “Babacığım! Peki, bizim yerimize Hüseyn’e yas tutup, ağlayanların mükâfatı ne olacaktır” diye sordu.
Resullullah buyurdu: “Kızım! Mahşerde onları biz şefaatimizle ödüllendireceğiz. Ben erkeklerini, sen de kadınlarını ellerinden tutup cennete koyacağız.
Resullullah’ın bu sözü, Fatıma için olduğu gibi, her asırda ve günümüzde Resulullah ve Fatıma’nın yerine, Hüseyn’e yas tutan dertli gönüllere bir teselli olmuştur.
Evet, Hüseyn hayata gözlerini böyle açmıştı.
Âlemin kalbi olan Al-i aba’nın beyni Muhammed Mustafa, ama Al-i Aba’nın da kalbi Şah-ı Kerbela olmuştu.
Artık hanedan-ı risalet ve ekâbir-i sahabe, hepsi Hüseyn’in üzerine titriyorlardı.
Üzerine güneş düşmesine, üzerine toz konmasına, tırnağına taş değmesine, gözünden bir damla yaş gelmesine ve bir lahza üzülmesine, gönülleri razı gelmiyor, muzdarip olurlardı.
Bir an gözden kaybolunca, Medine seferber olurdu.
Bir defasında onu, abisi Hasan’la Neccar oğullarının ağılında, birbirlerine sarılıp uyurlarken bulmuşlardı. Bir melek, Allah tarafından görevlendirilmiş onların üzerleri toz toprak olmasın diye, kanadının birini onlara döşek etmiş, güneş vurmasın diye, diğer kanadını onlara gölgelik etmişti.
Rahmet peygamberi, yavrularını dürterek ya da seslenerek uyandırmaya kıyamıyor, kendileri uyanana kadar onları usulca öpüp, şefkatle kokluyordu.
Kimsenin taşımasına izin vermeyip, onların her birini bir omzuna alarak kendisi taşırken, Ebu Bekir “Hasan’la- Hüseyn’nin altında ne kadar güzel binekleri vardır” deyince,
Resulullah, “Ama onlar da, çok güzel süvarilerdir, onlardan ancak babaları daha üstündür” buyurduktan sonra, bütün Müslüman toplumlara seslenerek, “en hayırlı dede, nine, amca, hala, dayı ve teyzeye’ye, Hasan’la Hüseyin’nin sahip olduklarını bildirdi.
Sonra da dedi ki “Allah”ım! Sen biliyorsun ki kesinlikle Hasan’la Hüseyn cennettedirler, onların amcası ve halası da cennettedirler, onları sevenler de cennettedirler. Onlara buğzedenler ise, ateştedirler.
Resullulah’ın dedikleri, ölçüsüz duygusallığın değil, vahye dayalı ilahi bakışın ifadesiydi.
Resulullah’ın Hüseyn’e, “Sana atam anam feda olsun” demesi, hatta bir gün bir dizinde Hüseyn diğerinde biricik oğlu İbrahim varken bir onu öpüyor, bir diğerini hem çok sevinçli hem de çok mutluydu. O sırada vahy meleği Cebrail gelerek, “ Rabbin bu ikisinden birini diğerine feda etmeni istiyor” dedi.
Resulullah, hayatının en zor tercihini yapmak durumundaydı.
Bir İbrahim’e, bir Hüseyn’e bakıp ağlıyordu. Sonunda tercihini yapmış, “Ey Cebrail! İbrahim, Hüseyn’e feda olsun, al İbrahim”i, Hüseyn’i bize bırak” buyurdu.
Üç gün sonra İbrahim vefat etti.
Bu hazin hadiseden sonra, Hüseyn nerede karşısına çıksa, onu öpüp bağrına basıyor, çok anlamlı bir şekilde ön dişlerinden öpüyordu. Sonra da, “oğlum İbrahim’i feda ettiğim Hüseyn’e, kendim de kurban olayım”  buyurdu.
Resulullah başka bir hadisinde “Hüseyn benden, ben Hüseyn”denim. Hüseyn’i seveni Allah sever” buyurmuştu.
Gök âleminin yeryüzünde en çok sevdiği Hüseyn’se, melekler Hüseyn aşkında birleşiyorlarsa ve Cebrail (as) Hüseyn’nin beşiğini sallayıp ona ninni diyorsa, sırrını bu hadis-i şerifte aramak gerekir. Bu hadisin sırrını ise, Hüseyn’nin Rabbine olan aşkında ve bu aşk uğruna ortaya koyduğu, eşsiz fedakârlıklarda aramak gerek.
 Hüseyn, kelimenin tam anlamıyla, ömrünün en mutlu ve en acı günleriyle elli altı yılını geride bırakmıştı. Kâinatın sevgilisi Hüseyn, Şah-ı Enbiya dedesinin omzunda, Şah-ı Evliya baba ve Şah-ı Zenan ananın kucağında ve Şah-ı Cevanan-ı Cinan ağabeyinin yanı başında, dünyanın en mutlu ve en tatlı çocuğuydu. Ama bu mutluluk sadece altı yaşına kadar sürmüştü.
 Hüseyn, daha yedinci yaşını bitirmeden Sultan-ı Resul dedesinin uğradığı Suikast, ihanet, hatta ihtilal ve sonunda aile efradı dışında herkese küskün, herkesi evinden dağıtmış, yalnızlık içinde rabbine irtihal ettiğine, ağlar gözlerle şehid olup, körpecik kalbi, en büyük musibetle sarsılmıştı.
 Meleklerin sevgilisi Hüseyn, körpe yaşında en üstün dedeyi kaybetmenin şokunu atamadan, birkaç ay içinde ikinci büyük musibetle sarsıldı. Hüseyn, anasını, en mükemmel anayı, kâinatın anası, Fatımet’üz –Zeyra’yı kaybetmişti.
Fatıma da, babası Resulullah gibi küskün ve dargındı. Onun için cenazesine kimsenin gelmesini istememişti.
Bu yaşta büyük musibetlerle tanışan Hüseyn, bundan sonra da otuz yıl süren zulüm, isyan, ihanet, vefasızlık ve suikast sonucu, babası Şah-ı Merdan, Hücet-i Yezdan, Ali Mürteza’yı kaybetti.
Ondan on yıl sonra da, ağabeyisi Sıbt-ı Ekber-i Mustafa, Hasan-ı Müçteba, Muaviye’nin gönderdiği zehirle şehid edildi. Cenazesi de ok yağmuruna tutuldu. Bunlarla da yetinmeyip, bütün camilerin minberlerinde, bin ay buyunca Hüseyn’nin babası Şah-ı Evliya, Ali Murtaza’yı kötülediler. Ama bu tahriklerin hiç birisi, Hüseyn’i, metin, vakur, ilkeli ve barışçıl duruşundan vaz geçirememiştir.
Allah sevgilisi Hüseyn, bütün dertlerini dedesi Resulullah’ın Ravza-ı mutahharasında içini dökerek hafifletirdi.
Kim bilir, belki de takdir eli onu, bundan sonra karşılaşacağı dayanılmaz ihanet, vefasızlık ve musibetlere, ta küçük yaştan beri alıştırıp hazırlıyordu.
Hüseyn, elli altı yıllık ilkeli ve erdemli hayatının finaline geldiğini biliyordu. Onu fazilet yarışında, yaratılmışların en zirvesine yüceltecek ve başına da Şah-ı Şehidan tacını taktıracak finalin, her bakımdan kusursuz başlayıp, kusursuz bitmesini istiyordu.
Eğer konağa gitmezse, çağırılışın mahiyetine tarih şahadet edemeyecek, Yezid’in avukatlığına soyunanlar da, “Hüseyin isyan çıkardı diye öldürüldü” diyeceklerdi.
Araları bozuk olan Velid’le Mervan’nın bir araya gelmiş olmalarının sebebi Muaviye’nin ölümü ve kendisini Yezid’e biat etmeye zorlamak olduğunu imam Hüseyin biliyordu ve bunu bilerek konağa geldiğini, böylece onların planlarından habersiz olarak tuzaklarına düşmediğini, onlara bildirmek ve tarihe tescil ettirmek istiyordu.
Onlar, şaşırmıştı. Medine’de kimsenin bilmediği bu haberi, İmam Hüseyn biliyor du! Onlar şaşkınlıktan dilini yutmuşken, imam devam ederek daha da şaşırtır onları.

İmam Hüseyin’i öldürmeyen Yezid’in öz amcasının oğlu Velid, Medine valiliğinden alınacaktı.
O geceye gelince, Velid, Abdullah bin Zübeyr”in peşine tekrarla adam gönderince Abdullah, fer’i yoldan Mekke’ye kaçtığı için, ana yoldan peşine takılanlara yakalanmaktan kurtulmuştu.
Ertesi gün, İmam Hüseyin evden çıkmıştı yolda, “tesadüf müydü bilinmez” karşısına Mervan çıkmıştı.
İmam Hüseyin’den, ya bey’at ya kelle isteyen Yezid, üçüncü bir tercih hakkı tanımıyordu. Yezide bey’at edecek olsa, İslam”ı öldürmüş olacaktı.
İslam ve insanlık için, büyük ve kalıcı felaket olacak bir şeye onay vermektense, Hüseyin ikinci yolu seçmişti.
Resulullah’ın, oğlu İbrahim’i feda ettikten sonra,” kendim de sana kurban olurum” dediği Hüseyin, şimdi İslam ve insanlık uğruna; gönlünde Allah aşkıyla, canını ve en çok sevdiği cananını, feda etme yolunu seçmişti. Ama bunu öyle dakik, ilahi ve kalıcı bir programla yapacaktı ki, akacak kanı ve onun için akacak gözyaşları, kıyamete kadar, zalimleri titretecek, mazlumlara, ilham ve teselli kaynağı olacaktı.
İmam Hüseyin, bu sözleriyle çıkışının, sonucunu bilmediği meçhule doğru değil, ceddi tarafından kendisine bildirilen, ilahi destanı, kusursuz şekilde tamamlamaya doğru olduğunu, tarihe tescil ettirdi. Beraberinde bu yolculuğa çıkanların, çocuklu, büyüklü, kadınlı erkekli her birinin, bir misyonu vardı. Kundaktaki bebeğin bile!
Kimisi kanıyla destan yazacak, kimisi kolunda esaret zinciriyle bu destanın sadık tanıklığını yapacak, çarpıtmak isteyenlere karşı, muhafızlığını yapacaktı.
İmam Hüseyn, hasret dolu bakışlarıyla, ceddi Resulullah’ın Ravzasına son kez bakıp, doğup büyüdüğü peygamber dedenin omzunda dolaştığı Medine’yi, bir daha dönmemek üzere terk etti.
Mekke’ye gitti. Gitti ama Ravza-ı Resulden ayrılması, yüreğini öğle incitmişti ki anasının rahmet ve şefkat kucağından zorla alınmış gibiydi.
Evet, Peygamber oğlu olarak Yezid’e biat etmesi, İslam’ı öldürme sonucunu doğuracak, biat etmezse kendisi öldürülecekti.
Hüseyn, canını kurtarmak için İslam’ı feda etmektense, İslam’ın kurtuluşu için, canını kurban etmeyi tercih etmişti. Ama ceddinin Ravzasına, kan lekesi düşmesini istemiyordu. Mekke ise, Allah’ın eman evidir. Orada, değil Peygamber evladı, hiçbir canlının kanı akıtılamazdı. Ne yazık ki Yezid, orada da İmam Hüseyin’i rahat bırakmadı.
Amr Bin Said’in emrindeki terör çetesi, evlad-ı resulün kanını akıtmak için, ihram giyerek, hacıların arasına katılmışlardı. İmam, Kâbe’ye de kan lekesi düşmesin diye, Mekke’yi de terk etmek zorunda kalmıştı. İmam Hüseyin, dört ay Mekke’de ikamet etti.
 Bu süre içerisinde, umre ve Hacca gelenlerle toplantılar düzenledi. Bu vesileyle, bütün İslam dünyasını olup bitenlerden haberdar etti.
Genelde Emevilerin, özelde Yezid’in, İslam karşıtı davranış ve faaliyetlerini gözler önüne serdi. Emevilerin, zemmine, ehl-i beyt’in medhine dair Kur”an ayetlerini ve Peygamber hadislerini bir bir anlattı.
Bu anlattıklarının hepsinin doğru olduğuna, orada bulunan peygamber ashabının hepsi, şahitlik ettiler. Bunun üzerine imam Hüseyn, bu ayet ve hadisleri hacdan döndüklerinde, güvendikleri insanlara anlatmalarını, orada bulunan her kese öğütledi. Ve gerçekleri halktan saklayanların, Allah’ın lanetine uğrayacaklarını, bir kez daha hatırlattı.
Mekke’den ayrılıp, Kufe’ye doğru yola çıkacağını açıkladığında, herkes şaşırmıştı. Bunun, ölüme yolculuk olduğu, birçok insan tarafından biliniyordu. Bu konudaki Resulullah’ın hadisini bilenler de vardı. Birer ikişer gelerek, imamı Kufe’ye gitmekten vazgeçirmeye çalıştılar.
İmam, Kufe’ye gitmekte kararlıydı. Çünkü:
 1- Allah’ın rızasının, onun çıkacağı bu seferin, kendisi ve ailesi için getireceği acılarda olduğunu, Resulullah’ta kendisine bildirmişti.
2- İmam, Kufe’lilerden gelen binlerce davet mektubunu göstererek, İslam coğrafyasında gideceği her şehirde, Yezid’in valisi ve askeri gücünün bulunduğunu hatırlattı. O şehrin halkı, imamın yardımına koşmasa mazur olacaktı. Ama Kufe’liler, İslam ve insanlığı Yezid belasından kurtaracak güçlerinin mevcut olduğunu, sadece imamı beklediklerini yazıyorlardı.
Orada başlayacak inkılâp, bütün İslam coğrafyasına yayılacak ve zülüm düzeni son bulacaktı. Kufe, coğrafi bakımdan da en uygun noktadaydı. Evet, eğer imam, Kufe’ye değil de, başka bir şehre gitseydi, tarihçiler aynen bunları yazacaktı:
3-Allah, sabık ümmetleri, enbiyasıyla imtihandan geçirmişti. Onlar, rezil hayat uğruna, peygamberlerini öldürmüşlerdi. Ümmeti Muhammedi, evlad-ı Resulle imtihan edecekti. Bu ümmetin iktidar sahipleri, makam hırsıyla, evlad-ı Resul’ün pak kanını akıtacaklar mıydı?
Bu kadar canileşmiş iktidarın, kerih yüzünü ortaya çıkarmak ve zülüm tahtını sarsmak için, canını, cananını gönüllü olarak feda edecek bir kahraman çıkacak mıydı? Kıyamete kadar, ben Muhammedi’yim diyenlerin hangileri, Yezid’in şahsında dünyevi kaygılarla iktidar sahibi zorbalardan yana olacak ve hangileri Hüseyin’in şahsında, zorba zalimin karşısında dimdik durup, İslami ve insani ilkelerden yana tavır alacaklardı?
 Hüseyin, bu belalı imtihanın, gönüllü kurbanı olmayı kabul etmişti. Evet, imam Mekke’den çıkıp, kendi kurbangahına doğru yola koyulduğunda, beraberinde yüzlerce insan, onunla beraber yola çıktılar. Amr bin Said’in, engelleme çabaları boşa çıkmıştı. İmam çok uzaklaşmadan karşılaştığı, Irak’tan annesiyle birlikte hacca gelen meşhur şair Ferezdak; Bu hacc günlerinde Mekke’yi terk etmek için, neden acele ettiğini sorar. İmam, “acele etmezsem yakalanacaktım, bir karış dahi olsa, haremin dışında öldürülmeyi, haremde öldürülüp, oranın hürmetinin bozulmasına tercih ederim” diye cevaplar. Sonra, arkanda bıraktığın Irak halkının durumu nedir? Diye sorar.
Ferazdak; ‘gönülleri senden, kılıçları Emeviler’den yanadır’ diye cevap verir.
İmam yoluna devam eder. Sonraki menzillerde de bu türden haberler alır.
Tirimmah Bin Hakem, İmam Hüseyn’e mensubu bulunduğum tayy kabilesinin yaşadığı bölgedeki, Eca dağı çok korunaklıdır. Ayrıca benim kabilem de sana her türlü desteği verirler. Oraya gitmenizi öneririm, dedi.
İmam; Ben Kufelilere bunca davetlerinden ve temsilcime biatlerinden sonra Kufe’ye geleceğimi söyledim. Onların sözlerinden dönüp bey’atlerini bozduklarına dair kesin haber gelmeden, ben sözümden dönen taraf olmayacağım buyurdu.
Ama ne yazık ki sonraki menzillerde, hem Kufelilerin sadakatini ölçmek, hem durumu yakından görüp, kendisine bildirmesi için gönderdiği amcazadesi Müslüm’in ve diğer elçilerinin öldürüldüklerinin acı haberini alınca, imam Mekke’den kafilesine katılıp gelenlere, Kufelilerin biatlerinden döndüklerini açıklayıp, şahadete gönüllü olmayanların ve başkalarının hak ve hukukunu gözetmeyenlerin, hukuk savaşçısı olmayacağı için kafilesinden ayrılmalarını istedi.
Kafilede kalan az sayı da insanla, yoluna devam etti. Öte yandan, Kufe valisi Ubeydullah İbni Ziyad, Hür Bin Yezid Riyahi komutasında, bin kişilik bir kuvveti imamın üzerine gönderdi. Hür, imamı ısrarla vali ibni Ziyad’a götürmeye çalışıyordu. Buluştukları noktadan, itişe kakışa bir noktaya gelip durdular.
İmam’la baş başa görüşmelerinden sonra, Ömer, Vali İbn-i Ziyad’a şöyle bir mektup yazdı; savaşmak için bir sebep kalmadı. Hüseyn, işi bize bıraktı. O diyor ki ya bırakın buradan ben kendim dönüp gideyim, ya da siz istediğiniz yere beni sürgüne gönderin. Ya da götürüp verin elimi Yezid’in eline, hakkımda ne düşünüyorsa, kendisi uygulasın.
Bu teklifle sizin arzunuz yerine gelmiş olur. Ümmetinde huzur ve barışı bozulmamış olur. Ömer Bin Sad’ın bu mektubu, imamın dediklerini aynen yansıtmaktan ziyade, İbn-i Ziyad’ın kalbini yumuşatıp, barışçıl çözüme razı etmeye yönelikti.
 Vali İbn-i Ziyad mektubu okuduğunda, ilk tepkisi müsbet olduysa da o anda yanında bulunan Şimr İbi-i Zil-Cevşen’in de telkiniyle, tarihin en meşum fermanını yazdı.
Kerbela’da gördüğünüz bu yiğitler, her bireri bir kahramanlık destanı yazdı. Ama sayıca kendilerinden yüzlerce kat daha fazla bir güce karşı, savaşmışlardı.
Düşmanları namertti.  Hüseyin”nin yiğitleriyle yüz yüze savaşamıyorlardı. Ya tepeleniyor, ya da yürekleri yetmiyor, fare sürüsü gibi kaçışıyorlardı. Ah şu uzaktan yağdırdıkları ok ve mızraklar olmasaydı.
Garip-i Zehra Hüseyin, sadık yareniyle birlikte, kardeş, oğul ve yeğenlerini birer birer parçalanmış peykerlerini, bağrına basmış, acılarını, kalbinin derinliklerinde hissetmişti. Yareninden şehit düşenin, hayatta kalana tek vasiyeti, canınızda can varken, gari-i Zehra”yı adamsız bırakmayın olmuştu.
: İmam, doğru olanı yapmıştı. Ya su verecekler, çocuk kat-i ölümden kurtulacak, ya da ne kadar çirkefleştiklerini, Yezid sempatizanları bile görecekti.
Emevi çirkefliği, sınır tanımamıştı. Daha imam onlara hitap ediyorken, Hermele”nin kemanından ayrılan üçperli bir ok, Aliasgar”ın körpe boğazına saplandığında, bir hıçkırık sesi, Hüseyn”in yüreğini parelemeye yetmişti.
Aliasgar’ın akınıp kapanan gözleri, merhamet ve adalet perdesinin kapanışını simgeler gibiydi.
Rivayetler, Hüseyn’in Asgar’ı o durumda getirip, anasının kucağına iade etmediğinde birleşiyor.  Onu öldürenler utanmamıştı; ama anlaşılan Hüseyin, Asgar’ın, kucağı boş kalan anasından utanmıştı. Hatta çadırlara bile gelememiş, perişan, bitap oracıkta kılıcıyla açtığı mezara koyup, körpe bedenin atların tırnağında yok olmasını engellemişti.
Bütün bunlara, bir insanın kalbi nasıl dayanır? Aşkı uğruna maruz kaldığı, bu dayanılmaz musibetleri maşukunun görüyor olması, Allah aşığı Hüseyin’in dertlerini hafifletiyordu.
Artık, kötülerle göğüs göğse çarpışma sırası ondaydı.
O, yalnızdı. O, tek başınaydı.
Bütün kötülere karşı, kötülük imparatoruna karşı, O, yalnızdı.
Ama başı arşa küpe olacak kadar dik ve yüceydi.

Paylaşım :
Mail Yazdır Yorum Yaz 0 Yorum
12-11-2012 09:06 - 1244 Okunma
Nebevi Gülistana Emevi Hazan yazarın diğer yazıları [ Tümü ]
Kerbela 12-11-2012 tarihinde eklendi
Caferider Web TV
Video Galeri
Foto Galeri
Yazarlar Tümü
Şirali Bayat
ŞİA-CAFERİ AZERİ MİLLETİNİN YÜCELİŞ SERÜVENİ
Av. Sinan Kılıç
Selahattin Özgündüz’e neden saldırıyorlar?
İbrahim ŞEREN
ALLAH PEYGAMBERİNİ MUHATAP ALARAK YÜCE KURAN’DA ŞÖYLE BUYURUYOR
Mehdi AKSU
İRAN’DA SÜNNİLER!
Hamit Turan
ŞÎR-İ FIZZA
Çayan Uludağ
Mekteb-i Kerbela
Abdullah Turan
İmam Mehdi'nin Dünyaya Geldiğini İtiraf Eden Ehl-i Sünnet Âlimleri
Kasım Alcan
Hiç olmazsa dünyanızda özgür kişiler olun
Namık Kemal Zeybek
Osmanlı'da Alevi Katliamı
Orhan Kiverlioğlu
Biz büyük devlet iken
Seyyid Ahmedi Safi
Tüm Müslümanları ilgilendiren önemli sorun
Hüseyin Çaça
Kerbela Hadisesi-1-
Musa Ayaztekin
Muta Nikahı Nedir, Ne Değildir?
08-05-2024 | Ana Sayfa | Ana Sayfam Yap | Sitenize Ekleyin | Künye | Foto Galeri | Video Galeri | Yazarlar | İletişim | RSS
CaferiDer ® 2012  
Sitede bulunun içerikler ve analizler kaynak gösterilerek alıntılanabilir Tasarım & Yazılım : Network Yazılım